Bu kez bir değişiklik yapıp normal insanlar gibi günlüğün hakkını vermeye ve son geziye öncelik vermeye karar verdim.Yoksa, yazıya başlamadan 2 saat önce "Mısır:Devrimden Önce..." başığını atıp yazmaya başladığım Mısır gezisinin üzerinden yaklaşık 1(yazıyla:bir) sene geçmiş olduğunu ve saatlerce başlıkla baş başa kaldığımı fark ettim.Hafızam Letonya anılarımın üzerine saçma sapan, yapay Türkiye gündemi falan yazmaya başlamadan, hatıratımı yazmaya başlıyorum.
Sayın günlük okuyucuları, sevgili misafirler...
Gezimiz 28 Ağustos Pazar-1 Eylül Perşembe 2011 (bak bak canavar gibi, tarihi bile hatırlıyorum) tarihleri arasında gerçekleşti.Tarih çok önemli, çünkü siz siz olun pazar gidip, perşembe dönmeyin(ınınınınnn!)Çünkü efendim, bu güzelim Baltık ülkesi insanları, kışın soğuğundan da, yazın sıcağından da kendilerini barlara, pavyonlara vurup, eğlenceye çıkıyorlarmış.
-Ne zamandı?
*Perşembeden sonra, pazardan önce.
-Biz ne zaman gittik?
*Pazardan sonra, perşembeden önce.
-Aferin!
*Sağol :)
Neyse!Zaten iki bayram arası ne barı ne pavyonu abicim dedik, pazar sabahı otobüsle Atatürk Hava Limanı'na vardık.Valizlerimizi teslim etmeyi beklerken, sonradan Fenerbahçe futbol takımı taraftarları olduğunu öğrendiğim ve "ay lav yu lugoo, ay lav yu lugooo" diye bağıran bir grup insanın hava alanındaki "eller havaya yumruk havaya" tadındaki görüntüleri(futbol ile de bu kadar alakalıyımdır, sayın okur.) ile karşılaştık.
Adının Lugano olduğunu sonradan öğrendiğim ve "ay lav yu lugo" diye tezahürat yapan tayfaya, bi türlü üçlü çektirmeyen futbolcu kişisi(hangisi olduğunu tarife gerek yok işte sarı-lacivertli olan :p).Sanırım Fenerbahçe'de oynamış ve yurdu terk etmek üzere" Först Kılas" kapısının önünde beklemekte.Bu yazımla tarihe ışık tutacağımın verdiği mutluluk paha biçilemez sayın okur:)
Bagajlarımızı teslim etme sırası bize geldikten sonra, sırf Leton hosteslerinin efsanesini araştırmak için Air Baltic ile uçtuk.
Tek temennimiz Letonya'daki insanların onlara benzememesi yönünde, Riga Büyükşehir Belediyesi Hava Alanı'na doğru havalandık.Zaman çabuk geçsin için önce film izlemeye karar verdim.Kulaklığımı Evren isteyince, kitap okumaya karar verdim.Sonra irtifadan uykum geldi.Zaman daha hızlı geçsin diye uyumaya karar verdim.Daha yüksek irtifadan olsa gerek, uyanınca, kitap okumaya karar verdim.Kitap okumaktan olsa gerek, uykum gelmesin mi?Gelsin tabi...Böyle git-gel 2,5 saatte 20-30 sayfa okumuşum.İrtifadan olsa gerek, çok hızlı kitap okurum.
Ben uyurken 8(yazıyla:sekiz) ülke geçerek hava alanına indik."Ben ne havaalanları gördüm, Riga gibisini görmedim" demek isterdim ama burası da bizimkilere göre, nasıl desem, böyle bi küçük, böyle bi mütevazi...Bilenler için İzmir'inkinden daha mütevazi, öyle diyeyim.
Pasaport kontrolünden geçtikten sonra bizi Rifod(Riga Fotoğraf Sanatı Derneği)'lu fotoğrafçıların karşılaması gerekirken, tur şirketinin rehberi Aybars Başaran karşılamaz mı?Hani şu "Biz Evleniyoruz Aybars".Tabi şıp diye tanıyamadık.Bir yerden tanıyoruz ama, çıkaramıyoruz.Eşimin, üniversitedeki karşı komşusuna benzetmesiyle, benim de gavur memleketinde bir tanıdık bulmuş olmamın sevinciyle lafa dalmam bir oldu tabi.Ama Aybars arkadaş "hayır ben sizi tanıyamadım, üniversiteyi de Kütahya'da okumadım" deyip, usta bir kıvraklıkla sorularımızı savuşturmayı başardı.Bunca yıl insanların sorularını nasıl savuşturması gerektiği konusunda iyi ilerleme kaydetmiş olduğunu, onun "Biz Evleniyoruz Aybars" olduğunu anladıktan sonra fark ettik.Yazıktı çocuğa, ama olsundu.Sonunda bir işin ucundan tutmuştu.Aferindi...
Bu şaşkınlığın ardından yarım bir otobüs turuyla otelimize vardık.Eşyaları yerleştirmemizin ardından Riga’nın Old City denen eski merkezindeki yürüyüş turumuza başladık.Araç girişinin yasak olduğu eski şehir merkezi ile yeni yerleşimin arsından, Letonca "bol su" anlamına gelen Daugava nehri akıyor.Kışın bırakın bu nehrin donmasını, Jurmala kıyısındaki Baltık Denizi’nin de 3 km kadar donduğunu öğreniyoruz rehberimizden.
Otelimizin karşısındaki Opera Binası’nın önündeki parktan başlıyoruz şehir turumuza.Parkın ortasında bulunan köprü üzerindeki parmaklıklarda yüzlerce asma kilit ve tüllü etek giymiş bir grup kız dikkatimizi çekiyor.Bu kızların bekarlığa veda partisi verdiklerini ve bu kilitlerin de evlenen çiftler tarafından parmaklıklara asıldığını öğreniyoruz.Evlilik oranının %30 olduğu Letonya’da, geri kalan çiftler sanırım birlikte yaşıyorlar.Bu kilitleme adetinin, erkeklerden %8 fazla olan kadın çoğunluk tarafından uydurulduğu bir batıl inanç olduğu ve %30 olan azınlıklarının %29’a inmemesini dilediklerini düşünüyorum.Eski şehrin arnavut kaldırımlı sokaklarında gezerken, her köşe başında bir efsane, ayrı bir hikaye dinliyoruz Aybar Başaran’dan.Ne kadar isteseniz de kaybolamadığınız ve her sokağın dönüp dolaşıp aynı merkeze çıktığı eski şehrin her köşesinde bir kafe, her sokağında bir restoran ve bar mevcut.
1201 yılında kurulan şehrin planına ve düzenine hayran olmamak elde değil.Rengarenk boyalı evler, şehrin düzenine uymuş yapıları, her adımda sizi karşılayan barlar, tam bir turist merkezinde olduğunuzu müjdeliyor.
Hava kararana kadar, Özgürlük Heykeli, şehrin sur duvarlarının başlangıcı olan Barut Kulesi(şimdiki savaş müzesi), üzerinde Letonlar’ın halk kahramanının heykelinin bulunduğu yeni meclis binası, St. Peter’s Kilisesi, Kara Kafalar’ın Evi ve Dome Katedrali’ni görme fırsatı bulduk.
Bu turun ardından bize kalan serbest zamanda ilk önce yemek yemeye karar verdik.Restoranımız, eski büyük ticaret locasının tam karşısında, üzerinde büyük bir kedi heykelinin tünemiş olduğu Cat-Burger.Bu bina, şehrin kuruluş yıllarında kendisini soylu tabakaya kabul ettirmek isteyen zengin bir tüccar tarafından, gövde gösterisi için, tam da bu locanın karşısına yaptırılmış.Buna rağmen kendisi bu locaya kabul edilmeyince çatıdaki kedi heykelinin "totosunu" bu locaya doğru döndürmüş.Yine alınmamış, mahkemelik olmuş vs…
Cat-Burger’de yediğim Riga’daki ilk akşam yemeğim:Tuzlu Balık...Üç tarafı denizlerle çevrili ülkemizdeki balık kültürünün yoksulluğunu, her deniz kıyısı ülkeye gittiğimde fark ederim.Basit bir barda bile sunulan bu balık ziyafetini reddedemezdim ve denemeye karar verdim.Özellikle sunumu harikaydı.
Tuzlu balık: fırında patates ve adını tam bilemediğimiz 2 çeşit süt ürünü ile birlikte...
Arkada duran tabakta nar eşkili zeytinyağsı(zeytinyağı) vardı.Onun arkasında da 2 çeşit ekmek vardı sepette.Biri normal ama cok lezzetli.Diğerinin ise sonradan kakuleli olduğunu öğrendim.Değişik ama çok lezzetliydi:)Marketten de aldık.Küçümencik haliyle valize sığmasına çok sevinerek eve getirdik.Küçük ama 1 kg geliyor, hala yiyoruz.Ekmekle zeytinyayına(zeytinyağı) para almadılar.Israr ettim gene almadılar.Enteresan geldi.(Ayhan Sicimoğlu ile uçuk lezzetler programı versiyonuna son vererek devam ediyorum.)
Bilgi olsun açısından söylemek isterim, hamburger ve patatesten oluşan menü 3.8 Lat, Tuzlu balık 4,8 Lat.1 Lat ise 3,6 TL civarında.Euro kullanmayı reddeden bu Avrupa Birliği ülkesinde, Letonlar oldukça milliyetçiler.Nufüsün %30’unun Rus olduğu bu ülkede, Ruslar’ın vatandaş olabilmesi için oldukça zor bir vatandaşlık sınavından geçmesi ve Letonca bilmesi gerekiyor.Bu sınavı geçemeyen Ruslar çoğunlukta ve hepsi “Alien(Tam Türkçe karşılığı :Yaratık)” pasaportuna sahip.Rehberimizin dikkat çekmesiyle farkına varıyorum ki, bu tam bir insanlık ayıbı…Dünyanın ayağa kalkması gereken bir durum…Buna karşılık ülkedeki Ruslar, eski Soyetler Birliği’nin tekrar ayaklanacağı ve bu toprakların Rus toprağı olacağı günün hayaliyle yaşıyorlar.Genelde, duruşlarından ve konuşmalarından kimin Rus, kimin Leton olduğunu çözmek pek de zor değil…
Yorgun bir günün ardından otelimize dönmek üzereyken karşılaştığımız bir grup bayanın, sabah köprüde gördüğümüz, bekarlığa veda partisi veren bayanlar olduğunu düşünerek, uzaktan korkak ve ürkek bakışlarla süzdükten sonra, yaklaşarak bir merhaba demeye karar verdik.Bu dakikadan sonra yaşadıklarımız torunlara anlatılıp, torunların da "hadi dede sallama, yuh artık" diyebileceği cinsten eğlenceli bir anıdan ibaret kalacak hatıramda.Bu kızceğizlerden kırmızı tüylü terlikli olan 1-2 güne gelin olacak.Anlattığına göre damat adayı da şu anda kendi partisinde, kim bilir neler karıştırıyor.Ama buralarda adet böyle.Geçen hafta da gelin kızımız ve arkadaşları, üç(sayıyla:3) adet striptizçi yağız delikanlının bulunduğu bir partide doyasıya eğlenmişler.Bu, en masum halleri.Geçen hafta yaptığı aşırılıklara karşılık, bu hafta iyi şeyler yapmaya çalıştığını söylüyor ve elindeki hediye torbasını bize uzatıyor.İçinde bulunan şekerleme ve renkli prezervatiflerden alıp gönlünü hoş tutuyoruz kızceğizin.Ne de olsa bu onun iyilik haftası.İyi derece İngilizcesine rağmen söylediklerimizi, kafasının güzel olduğundan çok iyi idrak edemediğini belirtiyor sürekli, elindeki şampanyayı göstererek."Allah mesut etsin, bi yastıkta kocayın" dileklerimizle yanlarından ayrılıp, Riga'nın barlarla dolu şehir merkezine dalıyoruz.
Karşıdan gelen 2(yazıyla:2) denizci bayan arkadaş üzerimize doğru geliyor.1 Lat karşılığında bir şey teklif ediyorlar ama, biraz soğuktan ve bayanların üzerlerindeki kıyafetlerin soğukla alakasız duruşlarının bizde uyandırdığı şaşkınlıktan olsa gerek(başka bir şeydense ne olayım) tam anlayamayıp tekrar soruyoruz.Anlıyoruz ki 1 Lat karşılığında fotoğraf çekebileceğimizi söylüyorlar.Riga'da o saatte iyi bir stüdyo bulmanın zorluğunu göz önünde bulundurarak, biraz pazarlıkla fiyatı 1 Lat'tan, 1 Euro'ya indirip sokakta bir poz çekmeyi kabul ediyoyuz.Hafta içi böyleyse haftasonunu göremeyeceğimiz Riga sokaklarından ayrılıp, dinlenmek üzere otelimize dönüyoruz:(
Ertesi günkü turumuzda yazlık bölge olarak adlandırılan Jurmala'yı ziyaret ediyoruz.Burası ağaç evlerin bulunduğu ormanlık bir bölge ve ev fiyatları inanılmaz yüksek.Yok canım, alacağımızdan değil de, Letonya'da ev alırsanız oturma izni alabiliyorsunuz ve Avrupa'da dolaşım hakkı kazanıyorsunuz.Bu evi Riga'dan alırsanız en az 120.000€, Riga dışından alırsanız 80.000€ olmak zorunda.Jurmala'da ise evler 300.000€-1.000.000€ arasında.Buna rağmen ülkenin ekonomik krizde olduğunu ve şehir içindeki evlerin 1-2 sene önce apartman giderlerine karşılık kiraya verildiğini de öğreniyoruz.Krediyi çekip çekip ekonomilerini şişiren Letonya'nın acı sonu diyebiliriz buna.Neyse ki, toparlanmaya başlamışlar.
Şirin mi şirin bir caddesi olan Jurmala merkezinde, kendini dünyanın en güzel çiz kekini yaptıklarını sananların çalıştığı kafenin yaptığı, kendini dünyanın en güzel çiz keki sanan çiz keke benzer bi kek yeme fırsatına nail olduk.Yaban mersini, çilek ve kendini elma sanan yıldız şeklinde kesilmiş salatalık eşliğinde...2. günün akşamına doğru arka taraftan küflenmeye başlıyor.Çok bekletmeden çatalla yemekte fayda var.Yoksa ellerin yapış yapış oluyor.(Gülriz Sururi tadındaki yemek tarifi yazılardan çıkıp devam edelim...)
"Maşallah efendim, nazar deymesin, pek bi güzel olmuş, aynen devam" diyerek, %15 iskontomuzu alıp yediğimiz kekin ardından, bir de Kemeri'yi görelim diyoruz Aybars'a ısrarla."Olmaz efendim, programda yok" dese de, "iyi bak Aybars, atlamış olmayasın" gibi telkinlerle kafaladığımız rehberimizle birlikte, Kemeri'ye varıyoruz. İlgili bağlantıdaki yerleri görmemiz gerekirken, Türkiye'den İngilizce eğitim almak için Letonya'ya gelen rehberimizin bilgi eksikliğinden dolayı sadece Pavlov'un heykelinin olduğu geniş bir yeşillik alan görüyoruz.Onu da ters ışık yaptım, yeşillik de uçtu gitti, affedin :)
Kemeri diye geldiğimiz yerde, ortalığı çekip çeviren bir kadın ile, tekerlekli sandalye ile dolaşan bir adam dışında, bir de yoldan geçen normal bir kadından başka kimseyi görmedik desem sanırım haksızlık etmem.Kemeri'nin o bölgesinin gördüğü en kalabalık grup olduğumuzun üzerine bahse bile girebilirim.Kaldı ki yerli otobüs şoförü bile yolu bulana kadar," orada ne varmış?, buradan mı gidiliyormuş?" diye söylenip durdu.
Tur bitip Riga'ya döndüğümüzde, kendimize ayırdığımız zaman içinde görmemiz gereken yerlerden biri Alberta Cadedesi'ndeki Art Nouveau tarzındaki mimari yapılardı.Art Nouveau, süslemelerin bitkisel desenlerle ön plana çıkarıldığı sanat akımıdır, sayın okur.
Alberta Caddesi'ni de gördükten sonra, Riga'yı tepeden görebileceğimiz en güzel yer olan Radisson Blu Oteli'nin 26. katındaki Sky Bar'a çıkıyoruz.Camları açamadığımızdan buradan fotoğraf çekmek çok verimli değil ama manzarayı görebilmeniz açısından şu fotoğrafa bakmakta yarar var.Klasik Avrupa şehri.Engebelerden yoksun, düzenli ve dümdüz..
Eski Riga ile yeni Riga'yı birbirine bağlayan Brivibas, yani Özgürlük Caddesi'nin başındaki Double Coffee'ye doğru yürümeye başladık.Yürürken bize doğru bir çift kız görünümlü rus ajanı yaklaştı.Bir anket mi desem, deney mi, ödev mi ne yapıyolarmış".
Mesela golden retriever bakan birilerini arıyoruz" dedi."Golden retriever mı" dedim."Sizin var mı" dedi."Yok" dedim, pek bi üzüldü.Var deseydim mi diye düşünmeden edemiyorum hala.Bana bir şeker verdi soldaki.Üzerinde Letonca "ben bir turistim" yazıyordu."Napayım bunu" dedim."Ye ya da sakla" yanıtını alınca, adettendir, fiyatını sordum, ayıp olmasın diye.Free(free Letonca:beleş ama bu sana benden özel bir hediye.al bu da elektronik posta adresim, memlekete gidince bana yaz demek) dedi.Yanımda yeğenim olunca çok üstüne düşmedim.Teşekkür ettim.Şekeri yedim.Bana bir şeyler olacakmış, sonra da birileri beni arabayla alıp hayatın sırrını falan vereceklermiş gibi geldi ama malesef, iki hafta geçmesine rağmen, ne gelen var, ne giden.Normal şekerdi sanırım.Sağdakiyle herhangi bir diyaloğa girmedim.Sanırım Türkçe bilmiyordu :)Ama o daha bir usturuplu, daha bir Leton.Onun da sol elinde bir şeker var, görüldüğü üzere.Onda ne yazıyordu bak merak ettim.
Neyse bir fotoğraf çekip devam ettik.Letonya'da birileri yanınıza yanaşıp, "sizi şuraya götürelim, yiyelim, içelim, eğlenelim" derse, "gitmeyin, zararlı çıkarsınız" demişlerdi.Böyle bir şey başıma gelmedi ama, şeker verirlerse yiyebilirsiniz.Hele üzerinde ben bir turistim gibi şeyler yazıyorsa, hiç uzatmayın.Neticede şeker yemiş olacaksınız.Fazla bir şey beklemeyin :)
Gelelim Dabıl Kafe olayına...Etrafta kesinlikle Starbucks falan göremezsiniz.Ama neredeyse her sokakta bir Double Coffee mevcut.Yazı stili de Starbucks'a benziyor.Hatta aynı karakterler diyebilirim.Kahvesini içmedim, ama etraftakilerin fotoğrafını çekme fırsatım oldu.Güzel fotoğraf veriyor Dabıl Kafe.Zaten kahveden anladığım şey, eve gelen misafirlere, ellerimle dibek kahvesi yapmaktan ibarettir.Filtre kahveden anladığımı söyleyemem.
Bahsettiğim sokağın her iki köşesinde bütün gün boyunca çeşitli müzik enstrumanları çalan genç ve çocuklar küçük konserler veriyorlar.Bizde böyle bir kültürün olmadığını ve böyle bir konsere teşebbüs etmek istediğimde, polisin, zabıtanın beni götüreceği fikri, nedense beni rahatsız etmiyor.
Aynı günün gecesinde, bar bar gezip hang-over olur muyuz diye şansımızı zorladık.Bir ara çok büyük bar/disko tarzı bir yerin labirentli yollarından müziğin yoğun olduğu yere doğru yürüdüğümüzü, beğenmeyip çıkarken de, bizim gruptan birilerinin, oradaki bayanlardan biriyle bilek güreşi masasında bilek güreşi yaptığını hatırlıyorum.Bende değil ama, olayın fotoğrafı da var sanırım.Bulursam yüklerim.Ya da bulan yüklesin.Başka bir barda da ilk içkiler içildikten sonra, Türk olduğumuzu öğrenen barmaid, masaya 6 adet bira ısmarladı.Kendisi de erasmus ile Eskişehir'de okumuş.Memleketten bahsedip vedalaştık.Biraların içine attığı şeyin, sadece aroma olup olmadığı konusu, uzunca bir süre bahis konusu oldu.Ben yine, bir aracın gelip bizi alacağı konusunda ısrarcıydım.Yine olmadı...Zaten o gece hiç içmemiştim.
Ertesi gün Jelgava'dayız.Ziraat fakültesi olarak kullanılan Jelgava Sarayı'nın önünde durup fotoğraf çekiyoruz, arkasından geçip, teneffüste ebelemece oynayan üniversite öğrencilerine bakıyoruz.
Her şehrinin sakin olduğu Letonya'nın bu güzide şehrinin hanlarını, hamamlarını ve kiliselerini gezip Riga'ya geri dönüyoruz.
Erken döndüğümüz Riga'da, otobüsümüz ikinci el Rus pazarının önünden geçiyor.Rus pazarı derken, satılan şey Rus değil.Ruslar'ın satıcılık yaptığı ikinci el pazar.(İçi fesatlar, üzgünüm.Bu yazıda aradığınızı bulamayacaksınız.Baştaki fotoğraflar, sanki yazının sonunda bir şeyler olacakmış gibi dursa da, dilerseniz yazının bundan sonrasını okumadan çıkabilirsiniz.Hayal kırıklığına uğratmak istemem :))Tehlikeleri üzerine çeken rehberimiz, buraya gitmememiz yönünde uyardıysa da, dinlemedik, gittik.
Tehlikelidir, cüzdanı çıkarmayın, fotoğraf makinelerinizi saklayın dediyse de, gittiğimizde hiç de öyle olmadığını gördük.Hatta Bursalılar için söylüyorum, soydaş pazarından pek az farkı var.İkinci el her türlü şeyin satıldığı bu pazar, bizden farklı olarak, Rus ya da Alman madalyasından kemer tokasına, miğferden top mermisine, savaş anılarını da satıyor.Rus dersiniz de Zenit olmadan olur mu?Pazardaki en sağlam Zenit boyun askısını aldım.Onu da başka bir makinenin üzerinden söktürerek.Bu Zenit askısı bende epheydir bir takıntı olmuştu.
Gittigidiyor'da aradım ama sadece askı bulamamıştım.Daha önce kullandığım Zenit 122'nin askısı yoktu.Ararken takıntı olmuştu diye hatırlıyorum.Bulamadan 122'yi satınca, ben de Nikon D80'e takmaya karar verdim.Sen git Letonya'dan kedine boyun askısı al.İyi bir hatıra oldu diye düşünüyorum.Ha bir de Riga logolu büyükçe bir anahtar aldım.Tutma halkasını çekince tirbüşon oluyor.Bu da hatırlanacak bir obje.Letonya'da hediyelik olarak alabileceğiniz, kehribar takılar var.Her yerde bulmanız mümkün.Sahtelerini de bulmanız mümkün.İçinde böcek vs olanların fiyatları oldukça yüksek.Çok ilgimi çekmediği için kendime en iyi hediyeyi aldığımı düşünüyorum.
Bu sayfanın hiçbir zaman bir gezi rehberi olarak görülmesini istemem ama sadece bu paragrafı öneri değil, bir emir olarak algılayıp, yerine getirmenizi isterim.Çünkü az sonra bahsedeceğim şey hayatın sırrından ibarettir...Şaka şaka:) Akşam yemeği için tavsiyede bulunacağım sadece.Burası Rosengrals.Bir orta çağ restoranı.Çok dikkatli biri değilseniz içeride elektrik kullanıldığını anlamanız çok zor.Zorunlu merdiven aydınlatmaları için falan kullanılmış.Bunun dışında masada ve duvar oyuklarındaki mumlarla aydınlatılıyor.Kapıda sizi bir şovalye karşılıyor.Sarışın, uzun saçlı, sakallı, iri kıyım bir adam.Konuşmuyor, içeri girmeye tereddüt ediyorsunuz.Daha kapıda 1-0 galip başlıyor, Rosengrals.Karanlık merdivenlerden inerken, aşağıdaki loş ortama alışıveriyor gözleriniz.Restoranın iç yapısı eski hanları andırıyor:Ana salon ve arkalarda diğer odalar.Ana salonda yer yok, arka salona doğru yürüyüp bir masaya oturuyoruz.Yemeklere sitedeki menü kısmından da bakabilirsiniz.Ben ördeği tercih ettim.Yanında garnitür olarak soğan reçeli vardı.Soğan ve vişne ile yapılmış bir reçel.Soğan tadını alıyorsunuz fakat bu sizi çok rahatsız etmiyor.Menüdeki diğer ana yemekler; domuz, tavuk, tavşan ve balık.Yemekten önce mutlaka içilmesi gereken şey ise geyik çorbası.Kaşık kaşık içmemize rağmen bitiremediğimizden, aşağıdaki fotoğrafta, çorbayı kafama dikerken görüyorsunuz.Orta çağ usulü yani.Arada bir masaları gezerek yöresel şarkılar, türküler çalıp söyleyen 3 kişilik bir saz ekibi mevcut.Flüt, keman ve telli bir saz...Personelin hepsi formata uygun.Orta çağda ne varsa, Rosengrals'da da o var, ne yoksa o da yok.Kola yok mesela.Çok enteresan ama bir gece önce teftiş için gittiğimizde kola istedik, fakat şefin cevabı, "orta çağda kola yoktur" oldu.Toprak kaplardan ilkel ama bir o kadar lezzetli yemekler yemek, harikaydı.Fiyatı da bu özelliklerinin hakkını alacak kadar, ortalamanın üzerindeydi.
Bu sayfanın hiçbir zaman bir gezi rehberi olarak görülmesini istemem ama sadece bu paragrafı öneri değil, bir emir olarak algılayıp, yerine getirmenizi isterim.Çünkü az sonra bahsedeceğim şey hayatın sırrından ibarettir...Şaka şaka:) Akşam yemeği için tavsiyede bulunacağım sadece.Burası Rosengrals.Bir orta çağ restoranı.Çok dikkatli biri değilseniz içeride elektrik kullanıldığını anlamanız çok zor.Zorunlu merdiven aydınlatmaları için falan kullanılmış.Bunun dışında masada ve duvar oyuklarındaki mumlarla aydınlatılıyor.Kapıda sizi bir şovalye karşılıyor.Sarışın, uzun saçlı, sakallı, iri kıyım bir adam.Konuşmuyor, içeri girmeye tereddüt ediyorsunuz.Daha kapıda 1-0 galip başlıyor, Rosengrals.Karanlık merdivenlerden inerken, aşağıdaki loş ortama alışıveriyor gözleriniz.Restoranın iç yapısı eski hanları andırıyor:Ana salon ve arkalarda diğer odalar.Ana salonda yer yok, arka salona doğru yürüyüp bir masaya oturuyoruz.Yemeklere sitedeki menü kısmından da bakabilirsiniz.Ben ördeği tercih ettim.Yanında garnitür olarak soğan reçeli vardı.Soğan ve vişne ile yapılmış bir reçel.Soğan tadını alıyorsunuz fakat bu sizi çok rahatsız etmiyor.Menüdeki diğer ana yemekler; domuz, tavuk, tavşan ve balık.Yemekten önce mutlaka içilmesi gereken şey ise geyik çorbası.Kaşık kaşık içmemize rağmen bitiremediğimizden, aşağıdaki fotoğrafta, çorbayı kafama dikerken görüyorsunuz.Orta çağ usulü yani.Arada bir masaları gezerek yöresel şarkılar, türküler çalıp söyleyen 3 kişilik bir saz ekibi mevcut.Flüt, keman ve telli bir saz...Personelin hepsi formata uygun.Orta çağda ne varsa, Rosengrals'da da o var, ne yoksa o da yok.Kola yok mesela.Çok enteresan ama bir gece önce teftiş için gittiğimizde kola istedik, fakat şefin cevabı, "orta çağda kola yoktur" oldu.Toprak kaplardan ilkel ama bir o kadar lezzetli yemekler yemek, harikaydı.Fiyatı da bu özelliklerinin hakkını alacak kadar, ortalamanın üzerindeydi.
Ertesi gün Sigulda ve Cesis.
Diğer şehirlerin olduğu gibi bu şehirler de Riga'ya yaklaşık 1 saat uzaklıkta.
Sigulda Kalesi ve çevresindeki milli park, Turaida Kalesi görülebilecek yerler arasında.
Kaledeki kule, her ne kadar yüksek ve çıması güç olsa da, kuleye çıkıp manzaranın tadına varmanızı tavsiye ederim.
Cesis'in, Cesu adında bir birası var.Ayrıca bütün şehirlerin kendine has biraları var.En güzelinin Cesis birası olduğunu duymuştum.Cesis Kalesi, tadilatta olduğu için giriş yapamadık.Eski kalenin önüne yenisini yapıp, bu güzelliği de turistlere görsel bir şölen olarak sunuyorlar.
Rehberimizden buranın belediye binası olduğunu öğrensek de aslında yeni inşa edilen kale olduğunu başka kaynaklardan doğruladık.
Dönüş yolunda Birinu Sarayı'nı ziyaret ediyoruz.
Saray şu anda ticari amaçlı restore edilip özel davetler için otel olarak kullanılıyor.İçinde büyükçe bir parkı ve gölü bulunmaktadır.Birinu Baronu yaşadığı dönemde kölelerine iyi davrandığı için, ayaklanmalar sırasında saray hasar görmemiş.Bu öyle bir sevgiymiş ki, köleler, baronlarına yapay bir gölet bile yapmışlar.
Cesis'de Osmanlı-Rus harbinde esir düşen Türk askerlerinin mezarlarının olduğu bir anıt mezar mevcut.Son halini 1937 yılında almış.
Rig'ya döndüğümüzde son kez sokaklarında yürüyüp vedalaşıyoruz Riga'dan.Ertesi gün kahvaltının ardından İstanbul'a dönüş var.Bu sırada Erasmus ile öğrenim görmeye Letonya'ya gelen üç Türk kardeşimizle karşılaşıyoruz.Soğumaya başlamış havada, ellerinde harita, ucuz ve kaliteli hostel ararken buluyoruz onları.Yanımızdan hızla geçerken "Merhaba, Türk arkadaşlarım" diye sesleniyor bize.Belli ki acelesi var, ama taa oralardan buralara gelip, "öyle kuru bir merhaba ile göndemeyiz seni" diyerek tutup kolundan çeviriyorum.Anadolu Üniversitesi'nde okuyan ikisi kız, bir erkek bu gençlerin gözleri ışıl ışıl..."Aldığımız harcirah, konaklamaya gidecek, ama olsun" diyorlar."Biz bunu yaşamak için geldik".Daha uygun kalacak yer arıyorlar bu yüzden.Allah zihin açıklığı versin dileklerimizle ayrılıyoruz genç akadaşlarımızdan.Bu arada bizim de gözümüze bir hostel takılıyor.Red Nose Hostel. Meraktan içeri dalıp en uygun yatak fiyatını sorduk.10 kişilik bir oda.Yataklar ranza tipi.Katta toplam 2 oda var.Diğer oda 4 yataklı.14 kişinin ortak kullanacağı banyo ve tuvalet mevcut.Günlük fiyatı 10 Lat(36 TL civarında)Kahvaltı ya da yemek yok.Az eşya ile Avrupa seyahati yapacak kişilerin ve öğrencilerin genelde tercih ettikleri konaklama noktaları olarak biliniyor.Sanrım bir dahaki Avrupa seyahatinde ben de kullanabilirim.1 sırt çantası ve ben...
Ne demiş bir Türk gezgini:Özgürlük, ihtiyacın olan her şeyi sırt çantana yüklemeyi başardığın andır...(Meşe Ağacı)
4 yorum:
allahıımm şu fotoların güzelliğine bak yaaa,valla kendi blogımdan soğuyorum Şener senin yuzunden:))
yalnız ben o sırt çantasına sığamam ki yaa mümkün değil sanki:))
Özge şu çanta konusunda gayet ilerleme kaydettim fakat senin formatın farklı.çantaya sığmaman en normali :)
ya okul ile birlikte bizde letonyaya gidicez ama dilleri ingilizce değilmiş ne yapıcam bilmiyorm :/
İngilizce de anlaşabilirsiniz.Sıkıntı çekeceğinizi düşünmüyorum
Yorum Gönder