sigma 17-70 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sigma 17-70 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Ağustos 2013

Kafamda Deli Sorular

Her tatil dönüşü içimin böyle dolmasından ve bu günlüğe böyle yazılar yazmaktan sıkılıyorum.Yazıya böyle başlamaktan da nefret etmesem de, kızıyorum kendime.Hayvan gibi kapatıyoruz kendimizi her şeye.Hayvanı niye kapatıyoruz ayrıca?En üstün tür diye kendimizi popohlayıp, yılın bir haftası hatta bir kaç günü şehri terk edip, zincirlerini koparmış (bir hayvan) gibi, olmadığımız bir insan olup çıkıyoruz.
Bu biz değiliz aslında.Anne karnından doğduğumuzda kundaklara sarıp sarmalanan biri olmak zorunda değiliz.Bırakın nasıl doğduysak öyle yaşayayalım, olmaz mı?
Müfredatlar uydurup her sabah belli saatte kalkıp o okula gitmek zorunda mıyız?
Okulu bitirmek, hatta başarıyla mezun olmak zorunda mıyız?Başarılı olduğumuz şey ne?Neyi öğrendik?Öğretmek zorunda mısınız?Bu interneti kullanmak zorunda mıyız?İletişime geçmek için bu fiber kablolara ihtiyacımız mı var?Kullanmayacağım fazla dakikaları satın almak, alınca tüketmek için kendimi zorlamak zorunda mıyım?Müşteri temsilcinize, daha fazla satış yapması için saçma sapan yalanları, doğruymuş gibi kabul ettirmek vicdanınıza sığıyor mu?Ürettikçe tüketime itmeye mecbur musunuz?Sizce de tasarruf etmemiz gerekmiyor mu?Siz ürettikçe dünyayı tükettiğimizi görmüyor musunuz?Kurduğunuz tüketim düzeni tıkanınca, kukla hükumetlerinizi devirip yenisini getiren ve bu yıkımdan nemalanan bir sistem olduğunuzu anlamadığımızı mı sanıyorsunuz?Bütün dünya liderleri savaşı lanetlerken, bu silahları dünyamıza Sylon'lular mı bıraktı?Adam mı yiyorsunuz siz?


Kafamda deli sorular...Serdar Ortaç müzik zannettiği şeyi yapmaya mecbur mu?Bu adamı söz yapmaya iten arkadaşlara sesleniyorum:Sizin vicdanınız yok mu?Bu gençlere acımıyor musunuz?Her sabah metroda kulaklıkla işe giden insanların hala kaliteli müzik seçememesi vicdanınıza dokunmuyor mu?Hangi takımı tutuyorsun sorusuna verilecek cevap mutlaka bir futbol takımı olmak zorunda mı?Daha vahimi, takım tutmak zorunda mıyım?Ofsaytı bilmesem olmaz mı?Erkek tavlası bilmeyenden erkek olmuyor mu?Selpak deyince kağıt mendil mi anlamalıyım?Sahil kıyılarının sadece yaz aylarında ziyaret edilecek yerler olduğunu, şirkette izinlerin yaz ayında kullandırılması gerekliliğini aklımıza sokan kim?Daha iyisi bizi çalışmaya iten ne?Daha azıyla yetinemiyor muyuz?Doğduğumuz evin nesi vardı?Daha iyisinde oturma ihtiyacı nereden çıktı?Evlenmek zorunluluğu da ne?Aile kurmak zorunda mıyız?Ailenin reisi olup otorite kurmak?Bir site toplantısında oy kullanma hakkını istediğimi hiç sanmıyorum.Bu evi istediğimi ve daha ileride daha iyisini isteyeceğimi de...İkinci bir ev, bir yazlık, belki bir yazlık daha almak zorunda mıyım?Ya da eski bir rum köyündeki, bir adadaki, eski, taş bir eve milyonlarca lira verme dürtüsünü bende oluşturan ne?Eşlerle ilgili soruyu sormuştum değil mi?Eşimle aynı arabaya binemez miyiz?İkinci bir arabamız olmak zorunda mı?Arabamız olmak zorunda mı?Bisiklet neyimize yetmez?Daha hızlı gitme arzusu niye?Babam böyle pasta yapmayı nereden öğrendi?Eski bir sahil kasabasına yerleşip emekliliğimi neden orada geçirme planları yapıyorum?Ben emekli olunca o kasaba hangi belediyeye bağlanıp, hayal ettiğim kıyı hangi otele satılır?Emekli olabilecek miyim?Daha önemlisi emekli olmak zorunda mıyım?Emekli olmak için deli gibi çalışıp, bu bedeni, bu zihni yormaya değer mi?


Bunlarla yorduğum için affedin ama sizcede bu işte bir yanlışlık yok mu? Herkesin bildiği balıkçı hikayesi ve türevleri vardır.Zengin bir adam balıkçının birine rastlar.Daha iyi bir tekne, yeni ağlar almasını öğütler.Balıkçı ya sonra?, diye sorar.Adam; daha çok balık tutar, daha çok kazanır, daha büyük bir tekne alabilirsin, der.Balıkçı ya sonra?, diye sorar.Adam, daha çok kazanıp emekliliğinde bir sahil kasabasında rahat edebileceğini, kafa dinleyebileceğini, söyler.Balıkçı da, ben zaten öyle yapıyorum, der.


Sapıtmış gibi eğitim üzerine eğitim yapıp, belge üzerine belge alıyoruz.Hep bir adım yukarı çıkmaya çalışıyoruz.Birileri bize yaklaşırsa daha hızlı yukarı çıkmaya çalışıyoruz.Şansımız varsa hepimiz ihtiyarlayıp, o sahil kasabasına yerleşmeye çalışıyoruz.Sahil kasabasında doğanlarsa, büyükşehri düşlüyor.Canına tükürdüğüm dünyası, herkesi kendi gibi döndürüp duruyor.

19 Mart 2012

Bir Düğünü Şoför Mahallinden Çekmek:Nilay ve Cüneyt

Sanırım uzun gezilerdense, kısa ama insan hayatındaki değişik durumları paylaşmak daha cazip geliyor bana, şu günlükte.Sizi neyin beklediği bir muamma, günün içinden ve buraya yazılmaya değer bir deneyim.Bu yüzden Mısır yazısını hala tamamlamış değilim.Bugünse buraya yazılmaya değer bulduğum olay, bir düğün."Şener düğün fotoğrafçısı olmuş, koş hanım!" diyenler acele etmesin, çünkü sadece düğün şoförü oldum.Bir akrabamızın düğününde şoförlük yapma görevi her nasıl bendenize düşmüşse, bu görevden zevk alınacak bir yan bulmak da yine şahsıma ve bizzat kendime düşmüştü ki, o gün asansörden inmeden çektiğim şu fotoğraf, aynı zamanda düğün davetlisi olan bir şoförün güne nasıl başladığının fotoğrafi belgesidir.
İlk iş olarak önceden yıkanan arabanın süslenmesi görevi için çiçekçiye gittim.Çiçekçi, gelin ve gelinin babası arasında kurduğum üçgen bağlantının sonunda çiçekçinin, "abi araba çok güzel oldu, bi de önünde çeksene beni" isteğinin sonucunu, aşağıda gözlemlemektesiniz.
Daha sonra gelini kuaförden alma görevi vardı ki, Bursa'nın göbeğine bir düğün arabasıyla girmek stresini yüce Rabbim hiç bir kuluna nasip etmesin, amin.Kuaförün tarif ettiği şekli ile salonu bulmaya çalışırken terlemedim desem yalanın kuyruk bağlanmışı olur.Bursalı evli bir erkeğe, "Kağan Güzellik Merkezi" de mesela, bilmemesinin imkanı yoktur. Nalbantoğlu de, Bursaspor Otoparkı de.Bunların birini dese zaten bulacağım da, yok şuradan gir, sağa dön, sola dön..."Abi zarf, zarf" diye peşimde koşan çocuklarla birlikte Heykel'in altını üstüne getirdim vesselam.Bir ara durup, "zarf yok, fotoğraf çeksem olur mu?" dediğim çocuğun şaşkın hali:
Ardından gelin ve damadı bulmanın haklı gururu ve havanın güzel olması sebebi ile, fotoğraf çekiminin yapılacağı Botanik Park'a doğru hareket ettik, nihayet.Vardığımızda ise iki fotoğrafçıdan biri gelmişti.Diğerini beklemeden çekime geçecektik, ama önce arabadan çıkardığı reflektörü "yardım eder misin?" diyerek bana uzattı.Boynumdaki fotoğraf makinesini gördükten sonra biraz daha rahatlayan 1. fotoğrafçı ile aramız, gayet iyiyken, 2. fotoğrafçı geldikten sonra, çok bozuldu.Öyle böyle değil.Bi kıskançlıklar, önüme geçmeler falan.Size noluyo, oğlan bizim kız bizim diyerek çekmeye devam ettim.Reflektörü tuttururken iyiydi...

Şaka bir yana bugüne kadar çektiğim fotoğraflarda yetersiz ışık sebebiyle düşük enstantane değerlerinden ötürü yaşadığım titremeleri, bu reflektör sayesinde hiç yaşamadım ve gayet tatmin edici fotoğraflar çektiğimi düşünüyorum.
Bu fotoğrafı çeken fotoğrafçı muhtemelen, gelinin parmağındaki yüzükten başlayan bir netlikle, damada doğru giden netsizlikte bir fotoğraf çekti.Bense durduğum noktadan bu kadrajı tercih ettim.Reflektörü geline doğru tuttuğum için nasıl net ve keskin olduğuna bakın.
Her gün düğün fotoğrafı çektirmeyen gelin ve damadın, acemiliklerini üzerlerinden atmaları uzun sürmedi ve gayet eğlenceli dakikalar yaşandı.Bir de şu 2. fotoğrafçı olmayaydı diye düşünmeden edemiyorum.İşte aşağıda Cevat Kelle misali donanımlı yerde yatan 2. fotoğrafçı.Önünde duran da gelinin en yakın arkadaşı Tuba.Bir dolgu flaşıyla o da görünür hale gelebilirmiş ama burada önemli olan 2. fotoğrafçıyı yerle bir etmek.
Bir düğün hakkında her zaman şunu savunmuşumdur; davetliler düğüne gelini ve gelinliği görmeye gelirler.Damat arabası değil, gelin arabasıdır.Fotoğraf çekiminde en çok zaman geline ayrılır, gelin başrol, damat figürandır.Ve işte centilmen Cüneyt, Nilay'ın oturacağı yeri hazırlıyor.
Duygusal anlar...Sadece duvağı ve içini konu alan bir kadraj da tercih edilebilirdi.
"Hep gelini çekiyosunuz, ben küstüm" diyen Cüneyt...
Çekilmekten sıkılan Nilay'ın, "biraz da ben çekeyim" fotoğrafı...
"Biraz da ben çekeyim Nilay" diyen Cüneyt'in fotoğrafı...
"Konu net olsaymış iyiymiş" diyen Şener'in fotoğrafı...

Daha sonra gelini anne evine bırakıp, damadın evinden davulcu ve klarnetçi ikilisini almak üzere yola koyulduk."Abi sen bize yolda da çalarsın" diyerek, klarnetçiyi gelin arabasının arka koltuğuna kıvrak bir hamleyle katıp, gelin almaya doğru yola devam ettik.Bu kısımdan bir fotoğraf olmaması tamamen benim hatam, ama güzel bir deneyimdi.
Ara not: Paspasın üzerindeki su birikintisinin sebebini az önce çözdüm.
Kız evine geldiğimizde gelinin beklediği odada şu fotoğrafı çekebilmek, her ne kadar gelinin akrabası olsam da, garip bir deneyim.Burası, bir adetin yerine getirilmeden önceki gizli mabedi gibi...Erkek tarafından kimse giremez, kapıya mesafeli durur.Kapıda kız tarafından eş, dost, akraba bekler.Damat kimi zaman eve bile giremez.Dışarıda heyecanlı bir bekleyiş varken, içeride, az sonra yaşanacak ayrılığın hüzünlü bir duruşu vardır, yüzlere yansımayan.(Gizemli arkadaş Tuba, burada da net çıkmamış.)
Her şey bitip, gelin nihayet arabaya bindiğinde, herkesin içinde tarif edilmesi güç bir his vardır.Ailenizden ayrılırken, düğünün sıkıntılı bir aşaması daha geçmiş gibi hissetmeniz sizi rahatlatır.Başka bir ailenin sorumluluğunun omuzlarınıza binmesi hissi, sıkıntılarınıza bir başkasını ekler ve bu karmaşalar içinde sizi rahatlatacak olan, az sonra gözünüzden dökülecek olan gözyaşları olacaktır.Kimseye belli etmediğinizi sandığınızda, aslında arabadaki herkesin ağladığını ve herkesin belli etmemek için camdan dışarıya doğru döndüğünü fark ettiğiniz andır.Bu durumda eğer gelin sizseniz, herkes sizi teselli etmeye çalışacak ve kısa bir süre sonra, "amaan! aç bi oynak şarkı da neşemizi bulalım şoför(bu hikayede ben oluyorum)" diyen damada, gülen mağrur gözlerle bakarak gözyaşlarınızı sileceksiniz.(Evet annem, dejavu bu oluyor.)
(O sırada, şoför aynadan damadı keserken, bir yandan da koltuğun yanında usulca yatan, üzerinde "acı var mı?" yazan  oduna uzanmaktadır ;) )


Mutlu olun, Nilay ve Cüneyt



27 Eylül 2011

Beylerbeyi'nde Düğün, Çeçenistan'da Futbol Maçı (2. Kısım)




Ertesi gün, "Fenerbahçe sahilde oturalım, sonra da Bursa'ya döneriz"di planımız.Eylül sonu...Güneş hala gözümü açamayacak kadar parlak.Yeter artık, biraz sonbahara bırak meydanı, sen git güneylere bak seni bekleyenler var, hadi diyorum, dinlemiyor.



Yok efendim, kışı görmeden gitmem, bir edalar sorma gitsin...Gidersin, gitmezsin...Biz kalkıyoruz madem, hadi sana kolay gelsin(Arada güneşle de konuşurum ama pek anlaştığımız söylenemez.En son Kumla'da denizin ortasında kitap okurken 4 saat tartıştık.Git diyorum yok, git diyorum yok.Bi inat, bi inat...Hala soyuluyorum)


Daha iyi gözükmesi açısından yakın kesiti aşağıda...Botun üzerindeki ben oluyorum.



Yakın arkadaşlar arasındaki hesap ödeme kavgasına bayılıyorum.Buradan al, yok buradan al...O misafir al burdan, hadi be nerden misafir oluyorum, sensin misafir.Afallayan garson ve final...Hesabı ödeyip kalkıyoruz.

Dönüşe geçtiğimiz sırada şu yazıyı görüp, duruyorum.




Burası orası...Gazetedeki haberi hatırlıyorum.Ben diyorum, buraya girmeliyim.Bu tepkimi gören diğer insanlar da bir an duraksıyor.Arkalarına bakarak yürüyorlar bir süre.Yürüyüşleri yavaşlasa da umursamıyorlar...Bağlantıdaki haberin çıktığı sırada, Çeçen-Rus Savaşı'nda çatışmış Çeçen komutanlarından birisi sokak ortasında infaz edilmişti.Geçtiğimiz hafta da üç infaz gerçekleşti.Mülteci olarak Türkiye'ye sığınan bu Çeçenler'in her biri henüz "misafir" kimliğiyle barınıyor.



Çocuklar okulda misafir kimliğiyle eğitim görüyor.Diploma alma hakları yok.Anne babalarının çalışma izni yok, sigortaları yok.Alelade bir masanın üzerinde duran boş yemek kapları, yardımlarla ya da devlet tarafından verilmiş yemeklere ait kaplar olduğunu ispatlar gibi...Bu kampın benzeri, Ümraniye ve Beykoz'da da var.



Burası Çeçenistan değil, Fenerbahçe Orduevi ile sahildeki çay bahçeleri arasındaki yaklaşık bir dönümlük arazi.Burası küçük Çeçenya...





Büyükçe iki kanatlı kapısı var kampın, zincirle ve asma kilitle kapanan...14 yaşında bir kız çocuğu karşıma çıkıyor önce.Selam verip konuşmak istiyorum.Türkçe'si mükemmel.Şaşırıp soruyorum.9 yıldır buradayım diyor.Fotoğraf çekip çekemeyeceğimi soruyorum, Letonya'dan aldığım Zenit fotoğraf askısı aklıma geliyor, utanıyorum."Burası mülteci kampı olduğu için bazıları istemez" yanıtını veriyor.


Bunlar da istemedikleri hayatları yaşamak zorunda bırakılan küçük Çeçenler...



Muhammed, Ali ve Hasan.Yaşları 9,7 ve 8."Sırayı bozmuşsunuz, 9,8,7 yapın fotoğraf çekeyim" deyince hemen düzen alıyorlar.Okula gidiyorlar.Muhammed 4 aylıkken buraya gelmiş, Ali ise Yalova'da doğmuş."Beni siz mi gezdireceksiniz?" sorusunun, aslında bir rica olduğunu anlayıp fırlıyorlar hemen."Top sahasına gideceğiz, gezdikten sonra maç yaparız"diyorlar.


Ofsaytı bile bilmeyen biri olarak, "futboldan anlamam ben" diyorum ama, tevazu gösterdiğimi düşünüp, ısrar ediyorlar.Barakaların ortasındaki meydandan geçerek, namaz kıldıkları çadırın arkasında, top sahası dedikleri yere geliyoruz.



Çadırın arkasında kız kardeşini ağlarken buluyor Muhammed.Ablası vurduğu için ağladığını anlatıyor, abisinin anladığı dilde.



Yazın denize girdiklerini söyledikleri sahilin solu Fenerbahçe Orduevi, sağı ise kafelerin bulunduğu sahil şeridi.Sahile inen merdivenler var, fakat iki tarafta da geçmelerini engelleyen demir parmaklıklar mevcut.


Sahilin en güzel yerine sahip olsalar da, bunu umursadıklarını sanmıyorum.Muhammed, sağdaki betonun üzerine çıkıp sonuna kadar yürüyerek, oradan atladıklarını anlatıyor gözleri parlarken.



Sonrasında fotoğraf çekip çekemeyeceğini soran Ali'yi kırmıyorum, fakat bu kez hepsinin elinden geçiyor D80.Ali'de potansiyel var.Dik ya da eğik kadraj olması gerektiğine karar verebiliyor.



Yalnız ben aferin dedikçe, marifet makineyi döndürmekteymiş gibi, bu kez de ters tepe taklak çekmeye çalışıyor :) Sonra Muhammed'in kardeşi Amir(Emir) geliyor yanımıza.



Abi abi diye dolaşan 4 çocuk, makinenin üzerinde benimkilerle birlikte 10 el oluveriyor bir anda.



Durun! diye müdahale edip, sırayla çekmelerini sağlıyorum.



Küçük Emir dahil herkes çekiyor.Alttaki fotoğrafın telif hakkı Emir'e ait.



Tam ikinci tura başlayacakları sırada, zamanımın kalmadığını hatırlıyorum.



Muhammed'e fotoğrafları getireceğime dair söz veriyorum.

Gitmeden futbol oynamaya razı ediyorlar beni.Ortada sıçan oynuyoruz.Topu kapıyorum, vermiyorum, şaka maka, top oynuyorum.Topu kaptırıp ortaya geçtikten sonra, artık onlara veda ediyorum.Her zaman gelemeyeceğimi, buraya 3 saat uzaklıkta Bursa'da oturduğumu belirtince, Muhammed de, "Benim memleketim buraya otobüsle 2 gün" diyor.

En erken 1 ay sonra geleceğimi belirtmeme rağmen, emin olun her bir dakika geçtikçe bu sözün altında ezildiğimi hissediyorum.Yabancı biriyle kurdukları yarım saatlik arkadaşlığın değerini, hayatım boyunca unutacağımı sanmıyorum.Bu çocuklar her ne kadar neşeli, umut dolu, hayata vurdumduymaz bakıyorlarsa, anne babaları da bir o kadar umutsuz, suskun...1994'tenn bu yana süren savaşın sonunun ne olacağı, ülkelerini bir daha görememe endişeleri, her zaman boğazlarında bir yumru.Yanlarından geçerken sadece verdiğim selamı almaları, yüzüme "senin gibi niceleri geldi" bakışları, artık yaralarının nasır bağladığının açık ifadesi...




Savaş'ta hayatlarını kaybedenlerin sayısının 200 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir. Ayrıca savaş sırasında göçe maruz kalanların sayısı ise 500 binin üzerindedir.
Fotoğraf: Lucian Perkins 1995.Çeçen savaşçılarla Rus ordusu arasında kalan mülteciler, otobüsle Grozni(Rusça:Korkunç)'ye yol alıyor.

Beylerbeyi'nde Düğün, Çeçenistan'da Futbol Maçı (1. Kısım)



Aylar öncesinden planlanan Güneydoğu Anadolu gezisi, gezinin yakın tarihine doğru bize bildirilen Gamze'nin düğünüyle, bir kez daha kaçırıldı.Bu kaçırdığım üçüncü güneydoğu gezisi olmakla birlikte, her seferinde hayırlısı deyip, bir sonraki seneye erteliyorum.Allah saklasın, Hasankeyf, biz kavuşamadan ebedi istirahatgahına kavuşacak.Zira Allianoi'un olduğu gibi...

Neyse sayın okur...Ertelenmeye alışmış güneydoğu gezisinin yanında, yazmayı ertelediğim 1. Kastamonu Fotoğrafçılar Buluşması ve Mısır gezisinin ardından üçüncü günlük yazım...Hali hazırda başlığı ve girişi yapılmış, yazmaya söz verdiğim Kastamonu Buluşması'nın ikincisi, önümüzdeki ay gerçekleşecek.Mısır gezisinin de ikincisi gerçekleşecekti ki, devrim oldu.Bir gün bu paragrafta ilgili yazılara bağlantı görürseniz, bilin ki tamamlanmıştır.Yüce Rabb'im hepimizi o günleri görenlerden eylesin, amin:)

Her çıktığım seyahatte başıma anlatılacak bir şey gelmesini istemememe rağmen, bu hafta sonu yaşadıklarımla bağlantı kurarak size, hayatın sırrını veriyorum.Herkes kağıt kalemi hazırlasın (diyerek yazıya ilgisiz başlayan okurun ilgisi çekilir).

KGS kartınızda limit yoksa, otobana girmeyin!!!Çıkışta doldururum, parasını verir başkasının kartından geçerim gibi, tembel ötesi bahanelerle uğraşmayın.Adam olun.Devlet bedava yol yapmış, oradan gidin.Hem vergisini veriyoruz, orası da paralı yol sayılır.
Özet geçiyorum:Limit 1.60 TL.Yol 3.75TL.Ziraat Bankası'na ait olan kartın dolum gişesi kapalı.Kart da satılmıyor.Diğer gişe memurunun önerisi şu:
*OGS'den geç, 10 gün içinde OGS al, alınca bu geçiş ücreti, yeni limitinden düşer.
-Ceza?
*Ceza da iptal olur.
-Başkasının kartıyla geçsem?
*O da olur.

Hemen birinden rica edilir.Görülür ki adamceğizin de Shell kartı var.Limit yok.Onun da derdi aynı.Ne yapacaksınız? diyorum."OGS'den geçeceğim" diyor gülerek.Başkasına sorup, onay alıyorum.Önce geçen iyilik meleğimin kartını alınca görüyorum ki, kart ikinciye geçiş vermiyor.Allahtan önce ben geçmemişim diyorum.Kalacaktı adamceğiz.Arkamdaki adamdan yol vermesini rica ediyorum.Al benim kartımla geç diyor.Yok diyorum, ben geçersem siz kalırsınız.Yapacak bir şey yok, OGS yolu gözüküyor derken, "kart lazım mı?" diye soran yağız Anadolu delikanlısı yetişiyor imdadıma.Fiyatın on beş TL olduğunu duyunca, "ben senden daha yağızım" diyerek bir pati, toz duman geçiyorum OGS'den.Sinyal, alarm, kıyamet kopuyor, sirenler çalıyor."Kaçak geçiş 148.50 TL" yazısı  yanıp yanıp sönüyor tabelada...
Sonuç, pazartesi günü itibariyle OGS sahibiyim...

Otobandan çıkıp, vergilerimle yaptırdığım yola adım atınca daha bir rahatladım.Yeni yol arkadaşım Sinem sayesinde Maltepe Kültür Merkezi'ne vardık.Gördük ki nikah kıyılmak üzere.Yerimizi aldık."Senden başka senden başka, sevemem ben hiç kimseyi" gibi eğlenceli şarkılar, türküler eşliğinde Gamze ve Cebrail'in nikahı kıyıldı.Maşallahtı, tebriklerdi, bi yastıkta kocayındı temennimiz.

Törenin ikinci kısmı, aynı gece Beylerbeyi'nden kalkacak olan gemide bir düğün...Eğlenceli olacağa benziyor.


İstanbul'da yaşıyor olsaydım, sanırım ben de böyle bir düğün isterdim.


Gemide düğün olayının en ilginç tarafı, istediğiniz zaman düğüne gelip, istediğiniz zaman terk edemiyor olmanız.


Düğünün ortalarında Gamze, Gamzeli'ğini yapmış, yorulmamak için konversleri geçirivermişti ayağına...



Belirli saatlerde belirlediği duraktan kalkıyor ve artık biz eve dönelim dediğinizde, İstanbul Boğazı'nın ortasında olduğunuzu hatırlıyor, manzaranın tadını biraz daha çıkarmakta sakınca görmüyorsunuz.


Düğünün karaya bağlı olduğunuzdakinden farkı yok.Yemek, içmek, halay, çiftetelli.Hepsi bu düğünde...




İşte bu da yeni sevgilim Leyla..."Leyla! Mecnunun olayım" desem de bu 18 aylık sevimli fıstık, başını şöyle bir kaldırmasıyla reddediyor beni.Kendisi Gamze'nin kuzeni oluyor.Şimdilik öpücük almayı başarmakla yetiniyorum=)














Alttaki fotoğraf da düğünün özeti niteliğinde...Olmazsa olmazım "ters ışık".




Düğünün sonunda Gamze'yi kıskandığımı itiraf etmeliyim.Gamze artık kırmızı VosWos'u olan biriyle evli...