25 Şubat 2017

Vosvos Yolda Bırakmaz



Bu sözü bir çok vosvosseverden duymuşsunuzdur.Göğsü kabararak gerine gerine söyler "vosvos yolda bırakmaz" diye.Bunu muhtemelen durup dururken de söylememiştir.Meraklı birisi mutlaka sihirli soruyu sormuştur:Peki arızalanıp yolda kalmıyor mu?

Hayır efendim, arızalanmıyor, yolda da bırakmıyor...Çünkü düşünüldüğü gibi zor bir araba değil, aksine çok sade ve size derdini en kısa yoldan anlatan bir yapıya sahip.Yeter ki derdini anlayın ve sesine kulak verin.

"Hadi canım sen de" diyenleri duyar gibiyim.O zaman şöyle tamamlayayım, çünkü cümle eksik oldu:
Vosvos yolda bırakmaz, gideceği yere kadar gider, orada bırakır.Bu söz boşuna söylenmemiştir, tecrübe ile sabittir.Bunu ilk duyduğumda çok şaşırmış ve çok etkilenmiştim.Bu arabanın bir kişiliği olduğuna inanan biz çılgınlar için derin anlamı olan bir söz.

Hemen ardından sizi biraz daha şaşırtayım.Derler ki; gitmiyorsa, çalışmıyorsa mutlaka size anlatmak istediği bir şey vardır.

Aslında bütün mesele derdinden anlamakla alakalı.Tabi bazen elimizden gelen bir şey olmayabilir, ciddi sorunlarla karşılaşabiliriz ama bu sorunların büyümesini engellemek bizim elimizde.Çoğumuz zevk alarak vosvosumuzun ufak tefek problemleri ile ilgilenmeyi seviyoruz.Bazen derdimizi anlayan usta bulamamaktan yakınıyoruz, birbirimize sorup tecrübelerimizden faydalanmaya çalışıyoruz, bazen de sorunu tartışırken kendimizi motoru kucaklayıp yere indirmiş halde buluyoruz.Bazen başarıp gururlanıyoruz, bazen de motoru sırtlanıp ustanın yolunu tutuyoruz.

Bunların hepsi bize gösteriyor ki, vosvosseverlerin genel özelliği; mekanikten hoşlanması, söküp takmayı, bozup yapmayı sevmesi ve en önemlisi maceracı bir ruha sahip olması.Durdurulamayan bir merak ve öğrenme isteği içerisinde bir sorunumuzu çözdüğümüzde kendimizi biraz daha mutlu hissediyoruz.Biraz daha tecrübe kazanmanın verdiği güven ile artık arabamızı daha çok tanıyarak güvenle yol alıyoruz.Ondan sonra bize birisi arıza yapmıyor mu, yolda bırakmıyor mu diye sorunca da cevap vermeden gülümsemeyi tercih ediyoruz.

Nisan 2014, yer Korkuteli Yaylası, Antalya'ya 80 km, Saat 22:00 Hava 10°C

23 Nisan'da Bursa'dan çıktığımız yolculuğumuzun 600. kilometresi.Kabul ediyorum aracımız yavaş gidiyor ve planladığımız varış saatinden 2 saat gerideyiz.İzmir, Aydın, Denizli ziyaretimizden sonra nihayet gece yarısı da olsa Antalya'nın sıcacık sabahlarına uyanacağımız otelimize varıp başımızı yastığa koyabileceğiz.Bunun hayaliyle yol alırken, hafif kızarık yanan ve sorun teşkil etmeyen şarj ışığı birden daha çok yanmaya başladı.Bunun anlamı akümüz artık şarj etmiyor.Akünün durumuna göre bu gece vakti farlarımızı kapatmadan gidersek Antalya'ya varamayacağımız ve o yastığa başımızı koyamayacağımız.Farları kapatıp bu karanlıkta yol alamayacağımıza göre kenara çekip sorunun ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz.Tek şeritli bir yol kenarındayız.En aydınlık yer, bir cami inşaatı önündeki sokak lambasının altı.Etrafta yanımızdan hızlıca geçen kamyonların kulağımıza çaldığı ıslıktan başka bir ses yok.Önce arka koltuğun altındaki aküye ulaşıp, akü kutup bağlantılarını kontrol etmeyi düşünüyoruz.Bunun için arka koltuğun üzerindeki eşyaları indirmemiz gerekiyor.Bu saatte uğraşılmayacak bir iş olmasına rağmen işe koyulduk, eşyaları boşalttık, aküye ulaştık.Aküde sorun yok.Antalya'daki ustamız Ahmet Abi'yi arayıp teknik destek aldık.Arkanızda güvenebileceğiniz kişilerin olması her zaman size destek verir.Çok geçmeden sorunun şarj dinamosunun kömürlerinde olduğunu anladık.Kömürlerin yaylarını çekerek bir miktar uzatık ve kollektöre basmasını sağladık.Kontağı çevirip marşa bastığımızda ışığımız sönmüştü ve akü şarja devam etti.Dağılan takımları ve etrafa yaydığımız koltuğun üzerindeki eşyaları yerlerine koymaya çalışırken ters yönden bir Toros yanımızdan geçerek, cami inşaatının yanındaki kulubenin önüne yanaştı.İçinden inen kamuflajlı amcanın arka koltuktan aldığı pompalı tüfeğini görünce biraz acele etmenin faydalı olacağını düşündüm.Selam vermeden geçip gitmesinden pek dost canlısı olamadığı belliydi.Aceleden cami tuvaletini de kullanamadan her şeyi arabaya tıkıp bastık gaza.Genel seyir hızımız 80 km iken 90-100 km arası hıza çıktık.Gaza bastıkça şarj ışığı da sönüyordu.Korku, panik, stres bir yandan, tuvalet ihtiyacı diğer yandan, hem fizyolojik, hem de psikolojik baskı altında kalan 80 km'yi bitirip Antalya'ya indik.
Bizi karşılayan dostlarımızla edilen sohbet ve içilen çayların ardından, ertesi gün Antalya'nın sıcağına nihayet uyanabilmiştik.Huzurlu bir kahvaltının ardından ustamızı ziyaret ettik.Kömürleri yenileyip genel bakımların ardından yola koyulduk. 

Ahmet Abi bana o gece telefonda şunu söylemişti:
-Hiç bir şey yapamazsan gelebildiğin kadar gel, ben sana yolda yedek akü getiririm, onunla da Antalya'ya varırsın.
Ahmet Abi yağ sızıntılarına bakıyor.
Böyle bir desteğim olmasaydı, aküm zayıflayıp farlarım gösteremeyecek kadar azalınca, elektrikçisi olan bir benzinliğe çekip yardım alabilirdim.Ya da akümü şarj ettirip, gece orada konaklayıp, sabah da Antalya'ya doğru yola çıkardım.Akü sadece ateşleme yaptığında kapasitesine ve verimliliğine göre bana yeterdi diye düşünüyorum.Akü şarj olmadığında, farlar ve kuvvetli müzik tesisatı aküyü çabuk bitirebilir.Örneğin benim o yolculukta kullandığım akü, farları açık unuttuğumda yarım saatte bitiyordu.

O gece serin ve hatta soğuk havada, elinde pompalı tüfekle cami inşaatını bekleyen görevlinin olduğu Korkuteli Yaylası'nda konaklamak zorunda kalmadığımız için mutluyum tabii ki ve burada edindiğim tecrübeyi unutmam mümkün değil.Bu ve bunun gibi uzun yolculuklara çıkma cesaretini bulmamdaki sebep de her zaman birbirine destek olan bu güzel insanlardan başka bir şey değil.

Şubat 2017, Yer Bursa, İstikamet Orhangazi

Yaklaşık 1  saatlik yolum var ve zamanım kısıtlı.Genelde 80 km'yi geçmem fakat bu kez 100-110 km ile seyrediyorum.Kapının önüne kadar geldim ve tam site girişinde motor durdu.3-4 kez marşa bastım çalışmadı.Durma şekli elektrik kesmesi gibi geldi ki daha önce başıma gelmişti.muhtemelen elektronik ateşleme beyni yandı diye düşündüm.İlk işim torpidodaki yedek beyni kontrol etmek oldu ve sürpriiiz.Beynin daha önce şu videoyu çektiğim yerde kaldığını hatırladım.Sen o kadar elektronik ateşleme hakkında anlat dur, yanınızda mutlaka yedek beyin bulundurun diye salık ver, ondan sonra da kendin ateşleme beynini yanına almayı unut.Olacak iş değil ama oldu işte.
O anda aklıma bu söz tekrar geldi.
Vosvos yolda bırakmaz, gideceği yere kadar gider orada bırakır...
Yok canım tam da kapının önünde mi yani?Olur da bu kadar olmaz...
Çok uğraşmadan en uygun yere iterek park ettim, zaten evin önüne gelmiştim.Acaba sorun ne, ateşleme beynini bu saatte nereden bulacağım derken yediğim yemekten de bir şey anlamadım.Yemekten sonra tekrar aşağı inip marşa bastım ve tek marşta çalıştı.Bir şey mi anlatmaya çalıştı, hızlı mı kullandın dedi bilmiyorum ama şimdilik sorun yok,iyiyiz yani...

Sözün özü vosvos yolda bırakmaz derken şaka yapmıyordum :)

Bu arada Antalya'dan sonraki yolun devamı aşağıdaki videoda.İyi seyirler.

18 Eylül 2016

Sünger:15 Yıllık Hayalin Peşinden Gitmek

Şu girizgahı yapmak için 15 dakikadır yazıp yazıp siliyorum.Yine uzun zamandır yazmadığımı fark ettim ama umarım bu yazı bu ayrılığı af ettirecektir.

Eksik kalan yazılar, bölümler, gidilip yazıya dökülmeyen geziler, fotoğraflar şimdilik şöyle bir dursun.Her şey fotoğraflarda kayıtlı...İyi kötü anılar, dijital de olsa, 2 boyutlu düzlemlerde saklandı, hatırlanmayı bekliyor.Günü gelince de buradaki yerini alacaklar(umarım :) )

Şimdi gelelim esas konuya:

Araba delisi biri olmamama rağmen, beni yakından tanıyanların bildiği ortaokul yıllarında başlayan bir vosvos sevgim vardı.Ehliyet almama yakın bana sorulan, "sana ne araba alalım?" sorusuna verdiğim yanıttı, vosvos.Babama göre binilecek araba olmayan, yolda bırakırsa benzin döküp yakılacak bir hurda yığınıydı.Bana göre ise nasıl başladığını bilmediğim bir sevda...Çevremizde, eş, dost, akrabada kimsenin vosvosu olmamasına rağmen bana nereden bulaştığını bilmediğim ve giderek büyüyen bir tutku...Lisede ve üniversitede defterlerime, sağa sola çizdiğim vosvoslu hayallerim, her sene baharın gelmesiyle yeniden kıpraşır, gerek maddi, gerek manevi imkansızlıklardan dolayı, bir sonraki bahara ertelenirdi.


Böyle bir kumbaram olmasa da üniversitedeki harçlıklarımdan artırarak vosvos alma girişimlerim hep hüsranla sonuçlanmış, ben kovalarken, o hep kaçan olmuştu.



Her bahar olduğu gibi, bu bahar da yeşeren çiçeklerle birlikte yeşermisti içimdeki vosvos aşkı.Mümkünatı yoktu, bu kez kavuşacaktık hayallerindeki ihtiyarla.

İnternet üzerinden araştırmalarım son sürat sürüyor, eşin dostun kafasının etini yiyor, sanki bulacakmışım gibi araba pazarı senin, galeriler benim, gezip dolaşıyorum.Çevremde hiç vosvosu olan olmadığı gibi, tanıdığı olan da yoktu.Bağlantı kurabildiğim tek mevki internetti.

Komşu illerden ikisinde kafama göre birer tane vosvos bulduktan sonra, görmeye karar verdim.İlk önce Eskişehir'deki 76 model 1200 standart vosvosu görmeye, yolda kalırsa benzin döküp yakarım diyen babam ve kaportacı Halil Abi ile gittik.Vosvosun sahibi Murat o sırada işte olduğu için, adresini verdiği evinin önündeki vosvosu kendimiz bulduk.Evin bulunduğu sokağa girdiğimizde oracıkta bizi bekliyordu.Evden anahtarı alıp başladık sağını solunu incelemeye.Kafamdaki tek şey yürüyecek durumda olması ve gerekirse zamanla onun yaralarını sarabileceğimdi.Vosvos hakkında sayfalar dolusu okuduğum makaleler, internet blogları vs her şey, o sokağın girişinde kalakaldı.Daha önce bakıp incelediğim vosvosların hiçbirinde baktığım önemli noktalara bakmamış, tam anlamıyla bir akıl tutulması yaşıyordum.Babamın ve kaportacı Halil abinin bana çıkardığı masraf listesi bir kulağından girip diğer kulağımdan çıkarken, motorun marşına bastığımda aklımdaki tek soru, bu vosvosun adının ne olduğuydu...

Murat'in mesaisi bitip yanımıza geldiğinde çok uzunca bir konuşma yapmadan noter yoluna koyulmuştuk bile.Yokdayken Vosvosun durumu hakkında sorduğum soruların cevaplarının hiçbirini tam olarak hatırlamıyorum.Noter memuresi işlemi bitirip Murat'ın bana anahtarı uzatması ile artık her şey bitmiş, bu güzel sarı vosvosla yollarımız birleşmisti.

Noter çıkışı Murat'ı evine bırakırken kulağımdaki çınlama yavaş yavaş azalıyor, gerçek dünyaya dönüş yapıyordum.O sırada Murat kendine ait eşyaları arabadan toplarken adının "Sünger" olduğunu söyledi.Son bir kez etrafı kontrol etti, elini oturduğu koltuktan dışarı çıkartıp tavana okşar gibi dokundu:Vay be...Gitti tostos...



Murat'ın katıldığı Vosbağa etkinliklerden biri-Eskişehir
Vedalaşırken Ağustos ayında kamplı bir buluşma olacağını ve gelirsem mutlaka aramamı istediğini belirtti.O sene dahil, bu güne kadar 3 kez Vosbağa (Eskişehir Vosvos Derneği) etinlikleri için Eskişehir'e gittik.Her seferinde de Murat ile görüştük.
 ***
Bugün aradan iki buçuk yıl geçmiş, aylardan Eylül...Mevsim gereği vosvoslu etkinlikler azalıyor.Eskisi gibi fotoğraf çekme bahanesi ile gezilere ara vermediysem de, Sünger ile yol almak için gezi yapmaktan daha büyük zevk alır olduk.Bu süreçte neler yaşadık, kimlerle tanıştık, ne kadar yol yaptık, hepsini yazacağımı ümit ediyorum.
Şimdilik vosçakalın ;)





15 Aralık 2013

Bir Orman Rüyası: Servi ve Karga



Henüz anlamı, amacı ve nasıl olduğu kesinlik kazanmamakla birlikte, bilinçaltımızdaki oluşumların, zamanla abuk subuk dışa vurumu olarak tanımlayabiliriz rüyaları.Kimi zaman korkarak, kimi zaman hüzünlenerek, ama yine de etkilenerek uyanırız, bir rüya gördüğümüzde.Bazen uyandığımızda hatırlayamaz, gün içinde yavaş yavaş gözümüzün önüne gelir ve etkisi bütün gün sürer rüyaların.Kimi zaman da öyle gerçek bir rüyadan uyanırız ki, rüya mı gerçek, gerçek mi rüya, kısa bir süre algılayamaz ve az önceki gerçeklik her neyse, oraya dönmek isteriz.

Lise dönemlerimde, böyle gördüğüm rüyalardan sonra defterimi açar, sayfalar dolusu yazardım.Herkes uyanıkken yazardı, ben rüyamın etkisi geçmeden doldururdum sayfaları.Genelde aşık olduğum ya da en azından aşık olduğumu sandığım platonik bir hayalin ardından gerçekleşirdi her şey...Yazdıkça, bu hayalin, bende etkisinin azalacağını ve artık peşimi bırakacağını düşünür, rahatlardım.Kimi dostuna anlatır, kimi arkadaşına...Kimisi suya anlatır derdini, kamış olur, ney olur.O günlerde yazılarımı okuyarak kaydettiğim kasetim bile vardı.Maalesef ki bugün kayıp...

***

Çocukluğumdayım.Çocukluğum Bursa'nın eski bir mahallesinde geçti.İki katlı bahçeli evimizin alt katında, ayaklarımı pencerenin demir parmaklıklarından aşağıya sallandırarak otururdum sıcak yaz günlerinde.Fakat bu kez kış, hava karlı.Camı açamıyoruz.Kuzine gürül gürül yanıyor.Camın arkasından, yağan kara bakıyorum.Az sonra komşumuzun oğlu Ramazan, soğuktan kıpkırmızı olmuş elleriyle, birbirinden büyük 3 tane kartopu yapıyor.Penceremin önüne sırasıyla, büyükten küçüğe, üst üste diziyor ve bu çilli çocuğun solgun yüzünü güldürmek için, bir kardan adam yapıyor.Daha sonra el sallayarak uzaklaşıyor.

Vakit öğlen.Evimiz mezarlığın bir sokak üzerinde...Mezarlığın etrafını çevreleyen yüksek duvarların arkasından yükselen, uzun boylu servi ağaçlarının üzerini kargalar mesken tutardı her zaman.Yine öyle oldu.Yine ezan okundu.Kargalar büyük bir çığlık ve gürültüyle, üzerindeki kara aldırmadan, kondukları servileri terk ettiler.

Küçüğüm...Her seferinde olduğu gibi yine irkildim.Uçuşan kargaları izledim perdenin arkasından.Hepsi aynı yöne doğru gittiler.Bir tanesi bana doğru yöneldi, sonra camın önüne kondu.Kardan adamıma zarar verecek diye korktum.Ama korktuğum olmadı...

Kargalar insanların korktuğu kuşlardır.İnsanların arasında yaşayan, ama çoğumuzun ne yavrusunu ne de yuvasını görmediği, gizemli kuşlardır kargalar.Uzun seneler yaşadıkları rivayet edilir.Siyah ve kurşuni renklerinden ötürü, bana hep takım elbise giymiş insanları andırırlar.İnsanlar karşısında saygınlıklarını korumak için takım elbise giyen kargalar...Bizler gibi...

Takım elbiseli karga camı tıklatmaya başladı.Bir şey anlatmaya çalıştığını sandım.Belki de karnı acıkmıştı.Oysa tıklattığı cam az sonra kendiliğinden aralandı.Artık ondan korkmuyordum, çünkü artık karganın gözünden kendimi görüyordum.Şirin, çilli, uzun saçları kulaklarını örtmüş çocukluğumu görüyordum karşımda.

Artık karga bendim.

Hafif bir sıçramayla kardan adamıma da zarar vermeden uçtum pencereden.Ezan bitmişti.Mezarlığa doğru yöneldim.Karga bendim ama, ne yapacağımı bilmiyordum.Nereye uçtuğumu, neden uçtuğumu bilmiyordum.Sadece karganın gözleri miydim, yoksa kanat çırpan karganın kendisi miydim, hatırlamıyorum.Ama mahallenin üzerinden uçuyordum işte.Akşama babamın gelip arabasını park edeceği sokaktan, ağabeyim okuldan gelince kızakla kayacağımız yokuştan, arkadaşlarımın sonbaharda top oynadığı, benimse futboldan anlamaz tavrımla, dökülen çınar yaprakları arasında koştuğum arsayı terk ederek uçtum.

Bir yere kaçtığım yoktu.Kimse fark etmeden eve geri dönecektim.Pencereyi de açık bırakmıştım nasıl olsa.Önce ağabeyim gelecekti.Onun gelme saatine yakın, mavi tulumumu giyip kızakla kapının önünde hazır bekleyecektim.Babamın eve geliş saatine yakın, tekrar pencerenin önündeki yerimi alıp, babamın arabasını nasıl park ettiğini izleyecektim.Yaptığım şeyden o kadar emindim ki, her gün yaptığım şeymiş gibi rahat ve huzurluydum.Ama uçuyordum.

Mezarlık duvarını aştım.Benden başka geri dönen bir karga yoktu.Mezarlığı geçtim.Bulunduğum yer sık ağaçların olduğu büyük bir ormana dönüştü.Az ileride, üzerine diğer ağaçlara göre daha az kar yağmış bir servi gördüm.Ben bu ağacı daha önce görmüş müydüm?Buradan daha önce de geçmiş miydim?Sanırım burası karganın her zaman konuğu ağaçtı.Bu ağacı geçtim.Dolandım.Rüzgar çıkmaya başladı.Tekrar geri döndüm.Aynı ağaca doğru yöneldim.Servinin diğerlerine göre daha açık, beyaz bir kabuğu vardı.Diğerlerine göre, diplerindeki piçlerden arınmış, ayıklanmış pürüzsüz, süslü bir yapısı...Rüzgar estikçe sert dalları hareket ediyor.Dalları sallandıkça, akşam güneşi üzerine vuran servinin üzerinde parlayan bir şey olduğunu görüyorum.İlgimi çekiyor.Üzerine doğru süzülerek yaklaşıyorum.Rüzgar estikçe bir görünüp, bir kayboluyor.Ağacın sağ üstüne doğru konumlanmış, yaklaştıkça daha da parlıyor.Tohumlarından birinin, böyle parlak ve sert bir yapıda olduğunu anlıyorum.Yanına konuyorum tohumların...Bir süre parlak tohuma bakıyorum.Kendimi seyrediyorum.Ağaç, rüzgar estikçe sallanmaya devam ediyor.Bu hareketiyle, benimle konuşmaya çalıştığını anlıyorum.Bana bir şeyler anlatıyor.Anlattığı şeyi anlamıyorum fakat sohbet eder gibi bir tavrı var benimle ağacın.Tanıdık, sevecen, doğal, ne istediğini bilen, ne anlattığını, neden yanımda olduğunu, neden onunla olduğumu bilen bir tavrı var.Sanki iki eski arkadaş gibi samimi.Önce sizli-bizli, resmi bir tavır gibi ama hayır; senli-benli samimi...

Buraya kök salan o değilmiş gibi, her an buradan gidecekmiş gibi, bir yanının hep ürkek olduğunu hatırlıyorum.Öyle hissettiriyor bana.Sanki üzerine konan ben değilmişim de, beni çağıran, oracıkta oturan ve gelmemi bekleyen oymuş gibi...Sanki yolum tesadüfen ormana düşmüş de, geçerken görmüşüm gibi...Evimden uzakta, kalacak yerim yokken, bana sahip çıkmış gibi...Beni sıcak evimden çıkarıp, penceremden ayırıp, bu kış günü buraya getiren kendisiymiş gibi...Hiç ayrılmamı istemez gibi ama, dallarını sallayan rüzgar yüzünden, beni üzerinden atmaya çalışan da kendisiymiş gibi...

Akşam güneşi de son ışıklarını koparırken soğuk, parlak karların üzerinden; böyle bir his vardı ormanda...

***

Uçak seferleri iptal olup, evime döndüğüm Diyarbakır-İstanbul otobüsü mola yerine yanaşmış, açılan kapıdan giren soğuk, bacaklarımdan başlayan ürpertiyle uyandırdı beni.Yola çıkalı 12 saati geçmiş, şoförün üzerindeki saat 02:00'ı gösteriyordu.Telefonumdan dinlediğim Cenk Taner, bilmem kaçıncı kez dönüp, "Bir Şehre Merhaba Dedim" derken, beni merak edenlerin "Neredesin?" mesajları WhatsApp'da cevap bekliyordu.




Cenk Taner - Bir Şehre Merhaba Dedim

14 Aralık 2013

Soğuk Ülkenin Sıcak İnsanları 1. Bölüm: Moskova

Başlık ne kadar afilli dursa da, Rusya'da insanların çok sıcak olduğunu söyleyemem.Ama Cenk Taner'in son albümü "Yoldan Çıkmış Şarkılar"ını dinlerken böyle şeyler yapabiliyorum.(Müdür, Cenk Taner'i ara, yazıya ürün yerleştirme uyguladık de, konserde ön sıradan bi yer ayarlasın, haftaya Kadıköy'deyiz, hadi bakim)


Bu kez de bir ilke imza atarak Rusya'da ziyaret ettiğimiz iki şehir için iki video hazırladım."Arkadaş, bu adam yazılarına bir video koysa da, izleyip dağılsak" diyenler için yaptım bunu.Yalnız kendimi çekmeyi unutmuşum.Öyle her yerin özeti falan değil izleyecekleriniz.Aslında yeni aldığım cep telefonumun video performansını denemek için çektim, itiraf ediyorum.Aldım elime, konuşa konuşa çektim.Titreşim önleyiciyi de kapatmayı unutmuşum.Berbat bir şey oldu.Youtube sağolsun, düzeltti biraz.İdare edin.Bundan sonra da bunu daha düzgün yapmaya çalışacağım.

İsteyenler izledikten sonra dağılabilir ;)


Bir ay önce Photo Camp Club'ın düzenleyeceği Rusya gezisi iptal olmuştu.Fiyat iki kişi için bütçemizi aştığı için gitmeyi düşünmemiştik.Diğer bir grup arkadaşımızla Sinop'a gitmeyi düşünüyorduk.O sırada sirtcantalilar.com sayfasının sağında Pegasus'un Domodedovo Havaalanı'na yaptığı uçuşun fiyatının gidiş-dönüş 374 TL olduğunu görünce, bizim için bayram tatili planı o sırada netleşti.Böbreklerimizin birer tanesini Rus mafyasına hediye edişimizin hikayesi de böyle başladı.Şu an bu yazısı Bursa Devlet Hastan...Şaka şaka :P


Rusya'ya vize de olmadığına göre, pasaportlarımızı alıp çıkacağımız gezinin planı şöyleydi:
İlk 2 gün Moskova.
2. gece tren ile St. Petersburg.
3, 4 ve 5. gün St. Petersburg.
5. gece trenle Moskova'ya dönüş.
6. gün akşama kadar Moskova ve İstanbul'a dönüş.


Moskova'daki 3 hava alanından biri Domodedovo.Sadece uçaktaki Rus hostes, hava alanının ismini doğru söyleyebildi.Pilotun ve diğer hosteslerin yaptığı 4 anons da fiyaskoydu.İsmini bir türlü doğru söyleyemediler ya, neyse.Hava alanına indik.Her zamanki gibi, gezgin bilgi noktasından şehir haritası alacağız.Elimizde internetten indirdiğim metro haritası var ki, İ.Melih Gökçek'in kafa tuttuğu Moskova metrosu şu şekilde:


İnternetten indirdiğim bu haritanın işe yarayacağını düşünmüştüm.Kendime göre pek de uyanıktım, fakat elin milliyetçi Rus'u turistik şehirlerinde bile çoğu tabelada sadece Kiril alfabesini kullanıyor, böylece neye uğradığımızı şaşırıyoruz.Şehir haritası bulamadığımız gibi, bir de hem Kiril hem de Latin alfabeli bir metro haritası bulmak zorundayız.Neyse ki yanımızda, önceden Rusya haritası yüklediğim yön bulmaz cihazı ve android cep telefonlarımız var.



Hava alanından şehir merkezine gitmek için otobüs ve tren seçeneği var.Üstte gördüğünüz haritadaki metronun bir bileti 30 Ruble (1 $=32 Ruble) yani 2 TL gibi iken, hava alanındaki tren 320 Ruble(20 TL) idi.Metroda isterseniz aktarmalarla bütün gün seyahat edebilirsiniz.Üç hava alanını da ihale ile alan bu özel şirket, sosyalist diye bildiğimiz Rusya'da tam bir kapitalizm örneği teşkil ederken, sövgülerimizle 1. sıradaki yerini alıyor.


Her seyahati önceden planlayan ben kişisi, bu kez bir çılgınlık yapıp ne otel, ne de tren bileti satın almadı. booking.com ve tripadvisor.com'u inceledi.Cep telefonuna uygulamalarını indirdi.Eşim gezilecek yerleri, yenebilecek, içilebilecek şeyleri not aldı.Hafif seyahat edebilmek için bu kez dizüstü bilgisayarımı yanıma almadım.Takıldığımız yerde, kablosuz interneti olan bir kafeteryada oturup telefonlarımızdan otel ve restoran bulabilecektik.Olmadı birilerine sorar, bulurduk.

Olmadı...

Hafif seyahat demişken, eğer çantanız 4-10 kg arası ise hafif seyahat, 0-4 kg arası ise ultra hafif seyahat olarak sınıflandırılıyor.Yanınızdaki eşyaların seçimi tamamen ihtiyaçlarınıza kalmış.Ben eşya seçerken almazsam ölürüm, çok önemli ve önemli olarak ayırıyorum.Daha sonra eleyerek çantamı yerleştiriyorum.Bu gezide sırtımdaki toplam 9 kg'lık liste şöyleydi:

3 kat pamuklu çamaşır
1 kat yün çamaşır
1 pijama
4 çorap
1 çift terlik
2 pantolon (1 pamuklu, diğeri çakma Jack Wolfskin)
2 polar kazak
1 kayak montu (Wedze)
Bere ve eldiven
Diş fırçası ve macun
Nikon D 80
Nikon 18-105 lens (Diğer 2 lensimi bırakmayı tercih ettim)
Üç ayak
Şarj aletleri

Trenden inip şehre vardığımızda kalabalığın olduğu yere doğru yürümeye başladık.Akşam olmak üzere, hava alacakaranlık...Bütün teknolojik yön bulma cihazlarımız, bize burasının Yeni Arbad caddesi olduğunu söylüyordu.Güzeldi...Haritaya göre buralarda bir otel olmalıydı.Adrese geldiğimizde sağımızda Rusça "otel" olduğunu tahmin ettiğimiz bir tabela görüp içeri girdik.Demir parmaklıklı han kapısı gibi bir kapı...İçeride genişçe bir avlu var.Etrafta da gezinen bekçi kılıklı bir adam...Kapı olup olmadığı şüpheli bir şeyler var.Zile benzeyen bir şey de var duvarda.Basıyorum.Kapıyı açan yok.Megafondan seslenen kaba saba bir adama, otelde yer olup olmadığını soruyorum.Rusça anlamadığım için, cevap vermeden bir diğer kapıya yöneliyoruz.Çaldığımız kapıdan yine Rusça konuşan birileri cevap veriyor.İngilizce olarak, otelde yer olup olmadığını soruyoruz tekrar.Cevap gelmiyor.Az sonra kapı açılıyor.Aşağıya inen zindan-pavyon-müzikholvari merdivenlerden yukarıya çıkıp kapıyı açan ve göğüs dekoltesini gözümüze sokan genç bayan, karşısında hangi milletten olduğunu bilemediği, kat kat giyinmiş bir çifti görünce şaşkınlığını gizleyemiyor.O şaşkın, biz ondan şaşkın, otelde yer olmadığını anlayıp tekrar ana caddeye yöneliyoruz.Cep telefonumdan çevredeki otelleri sorguluyorum.Hele şükür, kendi başına yolun kenarında, ben otelim diye bas bas bağıran bir binaya giriyoruz.Fiyatı bizi aşar, ama yine de soruyoruz.Görevli yer olup olmadığını kontrol ederken, gözüm tezgahta duran "wi-fi access password" talebasına ilişiyor.Bağlandığını görünce, otelde kalamayacağımızı belirtip dışarı çıkıyoruz.Çok kötüyüz.booking.com'dan çevredeki otelleri aratıyorum.Bize uygun olanını seçip yürümeye koyulmadan önce, otelin köşesine soğuktan sinmiş, sigarasını içen, her tarafı dövmeli, kapüşonunun altından rastalı saçlarının uçları çıkan, parmakları yüzüklü, kaşı ve dudağı küpeli arkadaşa, Arbad caddesinin karşısı olup olmadığını soruyorum.Cevap alacağımı sanmıyordum fakat otelin köşesini mesken tutmuş, az sonra vampire dönüşeceği şüphesiz gibi görünen bu arkadaşımız, aksanlı bir İngilizce ile, bize yön bulma cihazlarımızın yanılmadığını doğruluyor.Boğazımıza birer ısırık ihtimalini de geride bırakıp, teşekkür ederek yolun karşısına doğru ilerliyoruz.


Hmm...Demek ki meşhur Arbat sokağı burasıymış.Görenler İstiklal caddesine benzetiyor.Haklılar.Fakat saat 23:00 civarında İstiklal caddesi böyle boş kalmaz.Hava ne kadar soğuk olursa olsun...Anlatılanlara göre bu sokakta ressamlar, satıcılar, müzik, dans, aşk, entrika olmalıydı.Ama yoktu...Aradığımız sade ve samimi bir oteldi.Fakat o da yoktu.Karnımız iyice acıkmış, moralimiz bozulmuş, başıma ağrılar girmeye başlamıştı.Sabah 5'te kalkmış, ve henüz yanımızdaki atıştırmalıklar dışında bir şey yememiştik.Artık yöresel lezzet olan Borsch çorbasını tatma zamanı gelmişti.Bir restorana girip denedik.Pancar ve çeşitli sebzelerden oluşan lezzetli ve besleyici bir çorba.Yanında pelmin denilen ekşi bir krema ile servis ediliyor.Arkasından da eşimin evde de çokça yaptığı çin eriştesini denedim.Rusya'nın, coğrafya gereği Çin mutfağından çokça etkilendiğini, hatta adım başı Çin restoranı olduğunu fark ettik.

Baş ağrım hafiflemiş, kendime gelmiştim.Bir yandan yemeğime devam ederken, diğer yandan da telefonumdan etraftaki otelleri araştırıyorum.Telefonum çevrede çokça otel olduğunu söylemesine rağmen adresleri tutturmakta zorlanıyoruz.Restorandaki Tatar olduğunu düşündüğümüz garsonlara sorup yardım istiyoruz.Az sonra restoran sahibi çıkageliyor.Yandex haritalardan, bizim sorduğumuz adresi aratıyor.Ardından bize tarif etmesiyle, hesabı ödeyip, pılımızı-pırtımızı toplayıp yola çıkıyoruz.Pılı-pırtı dediğim ;mont, bere, eldiven giyme, kapüşonu başa geçirme, çantayı sırtlanma ve fotoğraf makinemi boynuma asmaktan ibaret bir eylem sıralaması...İlerideki ara sokağa girip oteli buluyoruz.Aşağıya doğru inen merdivenleri takip ediyoruz.Pembe renklerin hakim olduğu sevimli bir otel.Resepsiyondaki görevli çat-pat İngilizce biliyor.Otelin saatlik olduğunu ve sadece Rus vatandaşların yararlanabileceğini söylüyor.Teşekkür edip çıkıyoruz.Biraz ileride başka bir araya daha giriyoruz.Bu sefer genişçe bir avlu, nezih bir yerleşim.Işığı yanan ve içerisi gözüken 2 apartman var.Birinde otel yazıyor.Girip soruyoruz fakat burada da İngilizce bilmeyen orta yaşlı bir adamla karşılaşınca iyice yüzümüz düşüyor.

Arbad sokağının sonuna yaklaşıyoruz.Daha önce Rusya'da yaşamış bir arkadaşıma sorduğum üzere, bu caddede Bear Hostel adında bir hostel olmalı.Biz o hosteli yön bulma cihazı ile Yeni Arbad caddesinde bulup da hostelin içine giremediğimizden bu yana, son umudumuz bizi, yere sprey boya ile yazılmış şekilde şöyle karşılıyor, sayın okur:


Bu dakikadan sonra yere boyanmış yazıları takip ederek bir apartmanın 4. katına çıkıyoruz.Sağ taraf resepsiyon, sol taraf ise odaların olduğu kısım.


Boş oda olmasını dileyerek resepsiyona giriyoruz.Bizi mavi saçlı, göğsü dövmeli arkadaşımız karşılıyor.6 kişilik odada yer olduğunu söylüyor.Ardında da odada 2 kişinin kaldığını hatırlatıyor.Fiyat kişi başı 750 Ruble.Ayrıca emanete 1000 Ruble anahtar için depozito alınıyor.Odayı görmek istiyoruz.


Hostelin ortak amaç kullanımına tahsis edilmiş bir alanı, masa, sandalyeleri ve bu alanda açık tip mutfağı var.


3 adet buzdolabının içine herkes kendine ait yiyecekleri yerleştirebiliyor.Ayrıca bu alanda kız-erkek olarak ayrılmış banyo ve tuvaletleri var.Los Angeles soldan, Tokyo sağdan :)


Her şey çok renkli ve şirin gözüküyor.Duvardaki haritada, bu güne kadar konaklayanların memleketleri işaretlenmiş.Marmara'nın güneyine bir bayrak da biz saplayarak, Türkiye'den bu hostele gelen ilk gezginler olma şerefine erişmenin gururuyla odamıza doğru ilerliyoruz.


Mavi saçlı yarenimiz kapıyı açıyor.Işığın içeriyi doldurmasıyla içeride yatan iki arkadaşımız rahatsızlıklarını belirten bir şeyler söylüyorlar.Bu durumdan gayet rahatsız olduğumu hatırlıyorum.Daha sonra bizi işaret ederek, bir şeyler daha konuşuyorlar.Bu kez hafif gülümseme ile selamlaşıyoruz.Oda da gayet sade ve temiz.3 adet ağaç ranza, 6 adet kilitli dolap, her yatağın başında priz ve lamba mevcut.Bu saatten sonra düşündüğüm tek şey güvenli bir konaklama.Çaresiz mavi saçlıya buranın güvenli olup olmadığını soruyorum.Kendinden emin, "of course" diyor.


Günümüzdeki hostellerin artık eskisi kadar çekinilecek, sadece öğrencilerin ucuz seyahat için kullandığı yerler olmadığını ve gerekli seyahat sitelerinden iyi not almış hostellerde, gönül rahatlığı ile konaklayabileceğinizi söyleyebilirim.Bu gezimizde hostelde konaklama maceramızdan daha etkili olabilecek bir deneyim de couchsurfing olacaktı ki, eşimin itirazıyla hostelde konaklama seçeneğine yöneldik.

Nedir bu couchsurfing?couchsurfing.com adresi üzerinden oluşturacağınız bir hesap ile seyahat etmek istediğiniz ülkelerde, insanların evlerindeki boş kanepelere talip olabiliyor, bu sayede insanlarla tanışıp, hoş deneyimler edinebiliyorsunuz.Bu sistemde ev sahipleri host, barınma işlemi de hosting olarak adlandırılıyor.Konaklama kısmı tamamen ücretsiz ve her hangi bir karşılık beklentisi yok.İlk duyduğunuzda bu dünyada böyle bir şey mümkün mü diyebilirsiniz.Merak ediyorsanız facebook'daki gibi bir profil oluşturun ve inceleyin.Hobilerinizi, sevdiğiniz kitap ve filmleri yazın.Hayatta öğrenmek istediğiniz ve insanlara öğretebileceğiniz şeyleri ekleyin.Herkesin sayfasında birbirine bıraktıkları yorumlar aracılığı ile nasıl güven sağlandığını göreceksiniz.Dilerseniz bu sistemi kullanan ve deneyen bir çok Türk kullanıcıya da mesaj göndererek, seçeceğiniz ev sahibi hakkında referans alabilirsiniz.İsterseniz siz de evinizdeki boş bir kanepe, yatak, oda, şişme mat, uyku tulumunu, dünyadan gelebilecek herhangi bir misafire açabilir, değişik kültürlerle tanışabilir, hayatınıza unutamayacağınız deneyimler katabilirsiniz.Bunu yaparken ev sahibi olarak, kuralları siz koyabilirsiniz.Eve giriş-çıkış saatleri, sigara içilip içilmeyeceği, kaç kişiyi kaç gün kabul edebileceğiniz gibi...Eğer bir ev sahibi arıyorsanız öncelikle o kişinin profilini okuyup doğru analiz edin.İstek mesajınızda bu profili incelediğinizi gösterir bulgulara yer vermeyi ihmal etmeyin.Ortak hobilerinizden bahsedin.Öğrenmek istediği bilgiler eğer sizde varsa bunu paylaşmaktan çekinmeyin.Herkes evinde eğlenceli bir misafir olsun istemez mi?

Moskova'da gönderdiğim hosting davetini kabul eden ailelerden biri, eşinden boşanmış ve 2 yaşındaki kızı, köpeği ve kedisiyle yaşayan Maria...Maria bize cevap verene kadar 4 gün bekledim.Bu sırada, Moskova'da bir ev sahibi aradığımızı, sitedeki herkesin görmesini sağlayan seçeneği de açık bıraktığımdan, 2. gün Igor da bizi evine davet etti.Igor eşi, ve 2 kızı ile birlikte yaşıyor.Bize verebilecek ayrı bir odaları var.Davet gönderdikten 4 gün sonra Maria bizi kabul edeceğini belirten e-postasını site üzerinden gönderdi.Böylece 2 ev sahibi ile 6 gün boyunca Moskova'da ücretsiz konaklayabilecek, yöresel yemekleri tadabilecek, gezilecek ve görülecek yerleri, yerel biri aracılığıyla öğrenebilecektik.Fakat eşim böyle bir seyahat yöntemini benimsemediğinden, her iki ev sahibimizi de kibarca reddetmek zorunda kaldım.(Sen sistemi o kadar ballandıra ballandıra anlat.Sonra da davete icabet etme :( )

***
Her şeye rağmen çantalarımızı ayağımızın dibine sıkıştırarak konakladığımız bu hostelde, sabah kalktığımızda, kahvaltısını yapan orta yaşlı bayan grubundan, gece gelip salonun köşesine kıvrılıp uyuyan, çekik gözlü 18-20 yaş gençlere, duşunu almış odasına giden 2 metre boyundaki zebellah gibi ablalarıyla Da! Hostel, bizden tam not alıyor.


Sabah kalkıp Arbad caddesinde bir tur daha atıyoruz.Bakıyoruz ki dükkanlar açılmış, sokak satıcıları yerlerini almış.Soğuğa rağmen insanlar günlük yaşamında...


Saat 20:00'da St. Petersburg trenine kadar zamanımız var.Kahvaltı edebilecek yerler arıyoruz.Bir çiğ börekçi ilişiyor gözümüze.Tanıdık bir lezzet deyip, dükkana giriyoruz.Dükkan sahibi Tatar, fakat Türkçe bilmiyor.İngilizce hiç bilmiyor.


Ruslar'ın İngilizce bilmemesi, 17 milyon km²'lik bir coğrafyada, 145 milyon insanın yaşaması, bu insanların birbiriyle kopmadan yaşayabilmesi için de Rusça'nın özendirilmesi ile doğru orantılıdır.İngiltere nasıl kendi dilini bütün dünyaya özendirme ve benimsetme başarısını gösterdiyse, Rusya da kendi boyunduruğu altındaki milletlere, Türkçe yerine Rusça eğitimi özendirmiş, zenginlerin çocuklarının gittiği, paralı, özel okullardan başlayarak yabancı dilin Rusça olması zorunluluğunu getirerek, Türkçe eğitim yapan okulları, 2. sınıf eğitim kurumları statüsüne dönüştürmüştür.Böylece, böylesine büyük bir coğrafyada herkesin anlaşabileceği bir dil oluşmuş, İngilizce ve Türkçe, devlet politikalarıyla bu savaşı kaybetmiştir.


Siz yine de takıldığınız yerde, etrafınızdaki insanları iyice tahlil edin, elinde çanta, takım elbise ve ya en azından kratavlı bir beyefendiye, yön sormaktan çekinmeyin.Şanslıysanız, size gideceğiniz istikamete kadar bir kaç yüz metre yoldaşlık edebilir.Şanslı değilseniz, size İngilizce olarak:
-ben nereden bilebilirim?
-bilmiyorum
gibi cevaplar verebilir.Ya da нет(hayır) diyerek geçip gidebilir.

Fotoğraftaki çift Ayfer Hanım ve Erol Bey...Kahvaltımızı bitirmek üzereyken dükkana girerek, Tatar olan dükkan sahibine Türkçe sorular sorarak şanslarını denediler."Kendisi Türkçe bilmiyor, biz yardımcı olalım" diye cevap verdim.El memleketlerinde ne zaman bir Türk görsem çaktırmadan uzaklaşırım diye, daha önceki yazılarımda yazmıştım.Şimdi uzun uzadıya tekrar değinmeyeyim.Fakat bu çift bana ziyadesiyle samimi geldiği için selam verip sohbet etmeden geçemedim.Yollarda böyle insanlarla tanışıp sohbet etmeyi özlemişim açıkçası.Ayaküstü deneyimlerimizi paylaşıp yardımcı olmak, kendime güven kazandıran bir duygu...Ayfer Hanım ve Erol Bey'lerin, büyüğü 20 yaşında 2 çocukları var.21 yıllık evliliklerinde ilk kez yurt dışına çıkıyorlar, ilk defa uçağa biniyorlar.Biletlerini, bir turizm fuarında, THY standında yapılan çekilişten kazanıyorlar.Diş teknisyeni olan Erol Bey'in herhangi bir yere de gitmeye vakti yok.Bilet ha yandı ha yanacak derken THY'dan gelen telefon üzerine Rusya'ya uçmaya karar veriyorlar.Diğer detayları da otel işletmecisi arkadaşı ayarlıyor.Şehrin güneydoğu köşesine yakın bir butik otelde geceliği 3000 rubleye 1 hafta tatil macerası, onlar için böyle başlıyor.Hava alanından karşılamaya otel sahibi geliyor.Bizim gibi kişi başı 320 ruble vermiyorlar yani ;)


Aynı akşam St. Petersburg'a trenimiz olduğunu ve şehirde daha gezecek yerlerin olduğunu söyleyerek müsaade istiyoruz.Arbad caddesinin bütün hediyelik dükkanlarında neredeyse bir Türk çifte rastladık.Kurban bayramı vesilesiyle Türkiye'nin yarısı Moskova'ya akın etmişti diyebiliriz.Hiç biriyle böyle derinlemesine sohbet etmedik, tabi ki.


"Gökyüzü patlıyorsa, o fotoğrafı çekmeyin" konulu fotoğrafım :)

Halen başkanlık binasının içinde bulunduğu Kremlin Sarayı'nın duvarı ve kulelerinden biri...Saray içinde bir çok ziyaret edilecek katedral, kilise, müze, sergi barındırıyor.Sarayın asıl kısmını gezmek, tur eşliğinde ve günde 4 kez yapılıyor.İçeri giriş 350 Ruble.Sergi ve müzeleri gezmek için 150 Ruble daha, sarayı gezmek için de 400 Ruble daha ödemelisiniz.Kilise ve katedraller ücrete tabi değil.

Buraya koyduğum fotoğrafı kaybettim.Hükümsüzdür :(



Yangında düşen ve daha sonra tamir edilirken bir parçası kopan çan.Buzdolabı magnetlerinde de tasvir edilmiştir.

Askerler nöbet değişiminde


Kremlin Sarayı'nın çevresinde katıldığımız fotoğraf çekimlerinden biri.Damat pek muzur, pek şımarık biri çıktı.Çekemeyeceğim pozlar verdi, çekimi yarıda bırakıp, diğer arkadaşıma devrettim, o devam etti.



Bir çok medeniyette bulunan "Meçhul Asker Anıtı"
İnsanlar bu dairenin ortasında durup, para atıp dilek diliyorlar.Hemen ardından bu işi görev edinmiş yaşlı bir kadın da paraları çukkasına atıyor.


Paranıızı atıp, dileğinizi tuttuysanız, artık Kızıl Meydan'a doğru yürüyebilirsiniz.

Zamanında törenlerin, idam ve infazların yapıldığı Kızıl Meydan'a giderken...

İşte Rusya deyince bize gösterilen masalsı Aziz Basil Katedrali, Kızıl Meydan'da bulunuyor.Meydanın sağında Lenin Mozalesi, solunda ise 1950 yılında tekrar inşa edilen Gum alışveriş merkezi...


Aziz Basil Katedrali girişi ücretli olup, kişi başı 250 Ruble ödemeli dini bir müzedir.

Aziz Basil Katedrali tavan ve duvar işlemeleri




Çılgın gençler, Aziz Basil Katedrali'ne sırtlarını vererek ve kıyafetlerini çıkartarak çektikleri fotoğrafla, Moskova'ya geldiklerini arkadaşlarına facebook, instagram ve twitter'dan duyuruyorlar.Bu fotoğraftan önceki  ve sonraki halleri de benden çok farklı değildi elbette.


Bkz. Artık resmen Rusya'dayım :)


Bunlar da kamera arkası çekimlerine katıldığım diğer bir Rus çift...Rusya'nın en çirkin çiftini bulup çektiğim için tarihe tanıklık ettiğimi düşünüyorum(Kızıl Meydan 2013).Bundan sonra Rus kızları eski ününü kaybedecek sanırım...Yine de çok sevimlilerdi.Damat gelini bu şekilde 3-4 dakika gezdirdi.Gelin halinden gayet memnundu.Sanırım evliliği böyle bir şey sanıyormuş :)


Dünyaca ünlü, pahallı markaların bulunduğu Gum alış veriş merkezinin renkli katları.Şaşırtıcı şekilde giriş çıkışlarda güvenlik bulunmuyor.Soygun için uygun bir yer Necati Abi.Bir çok kiralık tükkan var.Birini kiralayıp fahiş fiyattan istediğini sat, köşeyi döndün gitti...

Bu arada epeyce yorulmuştuk ve oturup dinlenecek bir yerler aradık.Her yer yeşil alan, her yer parktı.Fakat sıcak bir yerlere gidip yemek de yemeliydik.Kremlin Sarayı'nın arkasındaki parkta bulunan alış veriş merkezine girdik.


Paralı tuvaletlerinden yararlandık.Alış veriş merkezinde paralı tuvalet deneyimi ilginçti.20 Ruble...Somon, Özbek mantısı, patates, rus salatası ve elma hoşafı:1070 Ruble


Karnımızı doyurduktan sonra tren istasyonuna doğru yavaş yavaş ilerlemeye başladık.Hava karardığına göre artık gece fotoğrafları sırası da gelmişti.

Aziz Basil Katedrali

Bolshoi Tiyatrosu

Kızıl Meydan
Devlet Tarih Müzesi
Artık St. Petersburg tren istasyonuna doğru yola çıkmanın vaktidir.Aldığım duyumlara göre gece trenlerinde her zaman yer bulunabiliyor.20:00 treni için en geç 18:30 gibi istasyonda olmamız yeterli diye düşündüm.


Fakat her şey her zaman istediğiniz gibi gitmiyor ve aldığınız duyumlar doğru olmayabiliyor.Bilet gişesine geldiğimizde daha önce internetten konrtol ettiğim tren saatlerini, çarlık Rusyası'ndan kalma bayan görevliye göstererek 2 kişilik bilet satın almak istediğimi söyledim.Tek söylediği "no English"oldu.Elimdeki kalkış saati ve tren sefer numarasını işaret ederek okumasını istedim.O tren için sadece 1 kişilik yer kaldığını söylediğinde, o buz gibi Moskova, birden kulaklarımdan itibaren beni ısıtmaya başladı.Önümdeki çizelgeden, daha sonraki sefer için yer olup olmadığını sorduğumda ise o trenin hızlı tren olduğunu ve fiyatın 4 katına çıktığını söyledi.En azından ben öyle anladım.Derdimizin yataklı ve yavaş giden bir gece trenine binerek, geceyi trende geçirmek olduğunu ve uygun fiyatlı olması gerekliliğini söylediğimde ise aldığım cevap yine "no English" oldu.Hala niye İngilizce anlatmaya çalışıyorsam...Gişeden ayrılıp gezgin bilgi noktasına yöneldik.Ne güzeldi ki buradaki görevliler de İngilizce bilmiyorlardı.Derdimi hareketlerle anlatmaya çalışırken kapıdan içeri giren yardımsever melek kılığındaki uzun boylu adam, bize İngilizce tercümanlık yaptı ve bir sonraki trenin 02:15'de kalkacağının müjdesini verdi.Gerekli saat ve sefer numaralarını not alıp tekrar gişeye gittik.Bu kez daha yakın tarihte doğmuş bir görevliye yöneldik.Sıramız geldiğinde, bu görevli de hiç bir şey sormadan "no English" diye bizi uyardı."Tamam arkadaş, ben de bu kan emici kültürün dilini kullanmayı sevmiyorum da, adamlar dünyanın yarısına sömürge kurmuş, dillerini yerleştirmiş.Bunu zamanında biz yapsaydık, coğrafyanızın yarısının Türk olduğu memleketinizde şakır şakır Türkçe biliyor olacaktınız" diyemedim.Bunun yerine elimdeki kağıdın üzerinde yazan sefer numarası ve saatini gösterip, elimle zafer işareti yaptım.Sanırım iki kişi gitmek istediğimizi anladı ve ikiletmeden fiyatı söyledi.Suratına gülümseyerek bakınca, dilini anlamadığımızı hatırlayıp eline kalem kağıt aldı.O sırada sol gişede durmuş ve ecel teri döken, sırtında çantalarıyla bu soğukta Rusya'da ne işimiz olduğunu düşünen güzel bir kız görünümündeki diğer melek, yardımımıza yetişti.Henüz aldığı yabancı dil eğitimi Mr and Mrs Brown seviyesindeki, rimelleri topak topak olmuş bu sarışın Rus kızı kılığındaki melek; bize fiyat, kalkış saati, ödeme seçenekleri, dönüş bileti gibi bütün konularda yardımcı oldu.

Rabb'im cümlesinden razı olsun...

Biletlerimiz 2 kişi, gidiş-dönüş 265 TL değerindeydi ve kredi kartıyla ödedik.İşini başarıyla halletmiş ve artık kendimize istasyonun bekleme salonlarından birinde, 6 saat geçirecek bir yer bulmalıydık.Hepsi bu.İlk görüşte korkunç gibi gelse de, tren bulamamak ve bir gün daha Moskova'da kalmak, planımızı aksatacak ve gezinin anlamını yitirmesine yol açacaktı.Bunun sıkıntısını bir kefeye koyduğumda, 6 saat beklemek çok da umurumda değildi.Sadece Saat 9 yerine 11'de St. Petersburg'da olacaktık.

Bu yaşlı çiftin bizden ne kadar önce geldiğini bilmiyorum fakat, biz giderken hala oradaydılar.


Bu geçlerin bir kısmı, yer bulamayınca bankın karşısındaki yerlere serilip, orada beklemeye koyuldular.


Başlarını uyumlu bir şekilde, bir sağa bir sola döndürerek uyumaya çalıştılar.


Bense arka sıralardaki duvar dibinde bulunan elektrik prizlerinin boşalmasını bekledim.Bir boşluk bulduğumda ise telefonumu şarj ettim.Zaman zaman güvenlik görevlileri salona giriyor, bileti olmayan, geceyi geçirmek için istasyona gelmiş, perişan görünümlü insanları uyandırıyor, kimlik soruyor, beğenmediğini ya da sorun çıkartanı kapı dışarı ediyordu.Rahatsız edici bir durumdu elbette...Bir ara kocasıyla tartışarak salona giren ve kadının dırdırından bıkmış bir profil çizen sarhoş adam yanıma oturdu.Karısı söylenerek yanına çağırsa da, adam gayet umursamaz ve rahat tavırla sergiliyordu.Böyle bir 6 saat geçirdikten sonra kalkış saati gelmişti ve trenimize doğru ilerleme koyulduk.

Her vagonun başında görevli teyzeler bekliyor, bilet ve kimlik denetimi yaptıktan sonra vagona kabul ediyordu.Vagonumuz yataklı ve yaklaşık 60 kişi kapasiteli büyük bir koğuş görüntüsündeydi.Genç, yaşlı, öğrenci, emekli, her türden insanı bulmak mümkündü.


Herkes çoktan yatağını yapmaya koyulmuş, dar koridordan ilerlerken, göz ucuyla bizi inceliyorlar, yer vermek için kenara doğru çekilirkense, rahatsızlıklarını belli edici bakışlar atıyorlardı.Ranzanın üzerindeki döşeği indirip kendi ranzama yerleştirdim.Paketlenmiş olan çarşafı, yastık kılıfını ve nevresimi poeştinden çıkartıp serdim.Sırt çantamı da ayaklarımın arasına alıp, uyku vaziyetine geçtiğimde, tren artık St. Petersburg'a doğru harekete geçmişti.

Soğuk Ülke'nin Sıcak İnsanları 2. Bölüm: St. Petersburg