gezi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
gezi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

08 Kasım 2011

Kastamonu 1. Fotoğrafçılar Buluşması

Ekim 2010

Bu yıl Kastamonu Fotoğraf Topluluğu, Türkiye'nin her yerinden davet ettiği fotoğrafçılarla  inanılmaz bir buluşma düzenledi.Amatör bir ruhun sonucu olarak adı "topluluk" diye anılan bu muhteşem birleşimin ardında, valilik, belediyeler ve koskocaman bir Kastamonu halkı duruyordu.Zinhar, küçümser tavırlarla yaklaştığım düşünülmesin, zira başardıkları olağanüstü bir organizasyon ve samimiyetti.Bu başarıyı gösteren bir oluşumun  adının, nasıl oluyor da "topluluk" olarak anıldığı uzun süre aklımı kurcaladı.
***
2011 düzenleme:2011 yılında "Kasfot" ismi sabit kalmak suretiyle, Kastamonu Fotoğraf Sanatı Derneği adı altında dernekleşmiştir.Adının Kasfot kalması, aynı ruh ile başaracakları etkinliklerin devamı olacağını düşündürmüyor değil...
***




Ekibimiz, Kasfot'un çağrısıyla yola çıkan 30 kişi kadar...
Konaklama:Yolkonak İzcilik Tesisleri'nde, barakada ya da çadırda.(Tercihim tabi ki süper lüks ve konforlu çadırdan yana:))
Hava:Kastamonu'ya yakışır bir sonbahar... Yağmurlu, serin.Güneşin yüzümüze güldüğü zamanlar çoğunlukta.

Her şeyin normal seyrinde gözüktüğü dakikalarda, şu anda yoldayız.Kendini otobüs zanneden minibüste, dar koltukta oturmaktansa, sırt çantamı başımın altına dayamış,  uzun koridorda boylu boyunca uzanıyorum.Bu yol bitmez.Uyumak, yerinde bir tercih.Koridora yatmaksa, kesinlikle kendi tercihim değil.Otobüste yer yok.Bir kişi fazla...Ben, şahsım ve sırt çantam, otobüse en son bindiğimiz için bize yer yok.Koridorun iki yanındaki fotoğraf dostlarıyla sohbet ederek ya da uyuyarak Kastamonu'daki Yolkonak İzcilik Tesisleri'ne, sabahın ilk saatlerinde varıyoruz.Çantalarımızı tesisin içindeki odalara yerleştirdikten sonra bizim için hazırlanan sabah kahvaltısına geçiyoruz.Zamanımız geniş değil.Kastamonu tüm güzelliği ile bizleri bekliyor.Katılım belgeleri için isim yazdırdıktan sonra(ismi doğru yazılanlar için sorun yok ama benim için her zaman bir sorun var.Soyadım genelde"Yıldırım" olarak yazılır.Bu yazdırdığımız isim, düzeltme için) üç gün boyunca bizimle birlikte olacak, Kasfot değerli üyesi Mustafa Özeflanili ile buluşuyoruz.Kendisi, fotoğrafçılığının yanında meslek olarak, başarılı bir ağaç oyma ustası.Bir çok camide kendisinin yaptığı minberler mevcut. Mustafa Bey'in elinde büyükçe bir torba ve içinde bizim için hazırlanan  hediyeler var.Kastamonu helvası, Nikon kalem ve lens bezi.Hepsi harika.Öğreniyoruz ki Nikon bayii Karacasulu'ya bu etkinlikten bahsedip sponsorluk almışlar.Nikon sponsor firma olduğundan adını zikretmekte bir sakınca görmüyorum.Nikon(yine yaptım) D80 kullanıyor olmamın ve aramızdaki bağın bu sponsorlukla daha sıcak hale gelmesinin hiç bir alakası yok.Nikon(biri beni durdursun) bu buluşmayı önemserken, diğer pazar lideri (Nikon(Aman Tanrım) sponsorken onun adını zikredemem sanırım) görüşmelere cevap bile vermemiş.Eminim ne kadar yanlış yaptığının farkına varacaktır.
Program sırasında karmaşa yaşanmaması için, gezilecek yerler  ve ziyaretçiler iki bölüme ayrılmıştı.Bizim, birinci grup olarak ilk durağımız, İksir Otel.Burada "Kastamonu'ya hoş geldin" tadında bir karşılama vardı.Çay ve atıştırmalıklar, uzun bir yolculuktan sonra sakin bir dinlence yeri sunuyordu.Herkes tesisin ortasındaki gölette yansıma fotoğrafları çekerken, benim ilgim bu dartlardaydı.

Sonraki durağımız Köpekçi Konağı ki, artık gezi tam anlamıyla şekillenmeye başlıyor.Otobüs görünümlü minibüsümüzden(Kasfot'un sunduğu ek araç imkanını reddedip kendi aracımızla devam etmek, sadece bana yaramadı, hala yerde oturuyorum) indiğimizde bizi karşılayan şey, bu güne kadar şahit olmadığım bir şölendi.Zurna eşliğinde, iki davulcunun destansı dansı...Bu dans, kimi zaman birbirine hiddetlenen iki savaşçı gibi hızlanırken, kimi zaman da barışarak dinginleşiyor.Sergiledikleri gösteri, izleyicilerin alkışlarıyla destekleniyor.Gördüğümüz şey karşısında, tokmağın vuruşu yüreğimizi hoplatırken, tüylerimizi diken diken eden şeyin adı; kimi zaman kahramanlık, cesaret, büyüklük, alçak gönüllülük, kimi zaman da savaş ya da barış oluyordu.


Dışarıda bu şölen yaşanırken, konağın içinde, el sanatlarından ve kaybolmaya yüz tutmuş mesleklerden örnekler sergileniyordu.Konağın bir odasına daldığınızda, pencere kenarında eline aldığı ağacı işleyen tıkır ustasını görüyorsunuz.Süt vb gıdaların taşınmasında kullanılan tıkır, bu gün sadece turistik amaçlı üretiliyor.Diğer odalarda ise sandalye ve sepet üretimini izleme ve fotoğraflama şansı bulduk.Konağın üst katı büyük bir dokuma atölyesine dönüştürülmüş.Yerel kıyafetli insanlar, yün eğirmeden, halı, kilim dokuma kısmına kadar olan bütün evreleri tek tek 
gerçekleştiriyorlar.Bütün gün umursamadan üzerinde
yürüdüğüm halılar, artık basmaya imtina eder bir hal alıyor gözümde.Her ilmeğinde bir emek olduğunu hatırlatan vuruşlar yapıyor dokuma tezgahı çünkü...












Sıradaki durağımız Ballıdağ bölgesi...Doğa, sonbahar, bu renkler muhteşem...Serin havayı içinize çekerken, bu yeşilliğin, bu su ile beslendiği ve sizin de bu floranın içinde misafir olduğunuz düşüncesi, misafirperver bir büyüğünüzün evinde gibi hissettiriyor.
Ağır ağır konuşması ile sizi mest eden, anlattığı masalları dinlerken tüylerinizi diken diken eden bir büyüğünüz gibi...
İnceden çiseleyen yağmur, gözlüklerimi sık sık temizleme ihtiyacı doğursa da,  damlaların tenime dokunuşu içimi ısıtıyor.Sis gibi etrafımı saran ince yağmur, gözlüklerimin camında birikip büyüdükten sonra, ağırlaşıp, Nikon'umun askısına düşüyor ve artık otobüse binme vaktinin geldiğini hatırlatıyor.
İstikamet, Azdavay ilçesi.Azdavay'da insanlar, özellikle kadınlar, yöresel kıyafetlerini giymeye devam ediyorlar.
Öyle renkli, öyle cıvıl  cıvıllar ki, sanki bu organizasyon için hazırlanmışlar, ya da hiç gelmeyecek bir misafiri bekler gibiler.Ama hayır, bu onların günlük kıyafetleri...Halk son derece misafirperver ve sıcakkanlı.Çekinerek sorduğumuz fotoğraf çekme isteğimizi kimse reddetmiyor. Köyün yaşlılarından Habibe Nine bile, diğer komşuların yardımıyla, bizim için giyinip, süslenip, kapısının önüne çıkıyor.Karşısındaki fotoğrafçı ordusunu görünce şaşırıyor, sıkılıyor.Saniyede yüzlerce kez basılan deklanşör sesleri yankılanıyor sessiz ilçede.

Aynı günün akşamı Gültekin Çizgen'in konuşması ile açılan bir söyleşi izledik.Ardından Tuğrul Çakar'ın ve Hamit Yalçın'ın konuşması ve fotoğraf gösterileri ile devam etti söyleşi.Daha sonra  Kasfot'un karma fotoğraf gösterisi ile gece son buldu.Fotoğrafa doymuş ruhumuz ve uykuya hazır bedenlerimizle, Yolkonak İzcilik Tesisleri'ne doğru yola çıktık.Çadır ve uyku tulumunda uyuma düşüncesi kafamı biraz kurcalasa da, günün verdiği yorgunlukla uykuya bir an önce dalacağımdan hiç süphem yok.Tesise geldiğimizde, açık alandaki havanın soğuk olduğunu iyice hissediyor ve çadır alanının korunaklı bir yer olması konusunda dua etmeye başlıyorum. Fakat az sonra bir mucize gerçekleşiyor ve yetkililer yatakların fazla olduğunu, yapılacak bir organizasyon ile herkese yatacak yer verelebileklerini söylüyorlar.(Kör istedi bir göz, Allah verdi iki göz, Amin.)Bu dakikadan sonra yapılacak tek şey, Bursa'dan birlikte geldiğimiz ekibin lideri Selim Çoruh'un ekibe dağıtması için verilen yatakları paylaştırmasını beklemek.Kastamonu'ya gelirken otobüste bana oturacak yer olmaması, grup içinde ne kadar çok sevildiğimin(!) göstergesi.Sakin ve sebatkar bir kişiliğe sahibimdir, sayın okur.Öyle ki, aksine yırtık ve çirkef biri olsaydım, eminim şoför bile bana yer verir, "buyur, sen kullan" derdi.Bu girişten anlaşılacağı üzere, yatacak yer konusunda da en son hak tanınan ben oldum.Bu da organizasyona biraz yakınlığımdan kaynaklandı ama eminim en güzel yerlerini benim için saklıyorlar.Uyku bastırmışken, 30 kişinin yerlerine yerleşmesini beklemek gayet can sıkıcı.İnsanların bir sürüsü, ya oda arkadaşını ya da yatacak yeri beğenmeyip geri geliyor.Benimse bir ara, çadırı dışarıdaki çimenlerin üzerine kurup, tulumun içine girivermek geçiyor aklımdan.Biraz daha sabır edip, herkes yerine yerleştiğinde, bana verilen yerin, 3 yataklı ve 2'si daha önceden doldurulmuş bir oda olduğunu fark ediyorum.Odayı bulup içeri girdiğimde, karşılaştığım manzara; iki yatakta yatan iki kişinin, üçüncü yatağı eşyalarıyla işgal ettiği şeklindeydi.Bu bana, Reşat Nuri Güntekin'in, "Anadolu Notları" kitabında okuduğum otelleri hatırlattı.Bu günün hostellerini.Kişiye kiralanan odalar yerine, kiralanan yataklar.Tek farkı, biz burada misafirdik ve para ödemiyorduk. "İyi geceler, kalmam için bana bu odayı gösterdiler" şeklindeki kibar seslenişim, oda içinde nasıl yankılandıysa, sanırım kulaklarına "bu yatak benim, derhal alın eşyalarınızı ve defolun  bu odadan" diye gelmiş olmalı.Çok kaba olmamakla birlikte, iki yaşlı adamdan aldığım cevap, "Biz şu an özel bir şey çeviriyoruz, istersen başka bir odaya bak" oldu.Çevirdikleri şeyin tavuk mu, yoksa kaz mı olduğunu anlamadım ama, tam olarak aldığım cevap buydu.Duyduklarım konusunda emin olmamdaki neden, bu cevabın bana bugün bile hala dokunmasıdır."Siz bu odada, benim de içinde bulunduğum aynı amaç için bulunuyorsunuz.Bu misafirhanede kalanların her biri, Kastamonu'daki bu güzelliği görmek ve fotoğraflamak için geldiler.Sizi benden ya da diğerlerinden farklı kılan şey, yatarken giydiğiniz yün içliklerse, merak etmeyin, bu soğukta ben de aynısını giyiyorum.Ama siz bunu görme şerefine nail olamayacaksınız" diye kapıyı çarpıp çıktım, demek isterdim ama, maalesef sakin ve sebatkar kişiliğim buna izin vermedi.Bazen, haklı olduğum konularda tartışmak yerine, bildiğimi okumayı tercih ederim.Çünkü kaşımdaki insan, bu tartışmada taraf olamayacak kadar yetersizdir.Tartışmalar son bulduğunda, taraflardan en az birisinin kazancı, yeni bir şeyler öğrenmek olmalıdır.Hayatımızda her an böyle insanlarla karşılaşabiliriz ve bu insanların varlığını, hiç bir kuruma mal edemeyiz.Hatta yetiştiklerini düşündüğümüz aile kurumuna bile...Ben bu kibarca kovuluşu, bir saniyeden az bir süre içinde "bu adamlar kim, kimi, nereden kovuyorlar, bunlar nasıl insan, ben nereye geldim?" sorularıyla kafamda yorup içime sindirdikten sonra kapıyı bulduğum gibi hafifçe aralık bıraktım.Boğazıma yerleşen yumruyu da alıp, biraz da sırt çantamdaki çadırıma güvenerek, sakin adımlarla aşağıya indim.Bulduğum ilk görevliden bana çadır yeri göstermesini rica ettim.Çadırda kalmama gerek olmadığını ve karşı binada da yerler olduğunu söyleyen görevliye teşekkür ederek, aracımızın şoförünün de kaldığı evin boş bir odasına girdim.Odada tek ve çift kişilik iki tane yatak mevcuttu.Çift kişilik yatağa yayılırken, yanımda bir şeyler çevirecek(!) bir arkadaşımın olmamasına hayıflanarak uyumuşum;)

Ertesi gün, yine tesislerdeki kahvaltımızın ardından Şenpazar'a doğru hareket ettik.Yol boyunca doğanın içine gizlenmiş orman evlerini fotoğrafladık.

Şenpazar'a geldiğimizde öğlen olmuştu ve belediyenin ikramı olan öğlen yemeğimizi bir ilkokulun yemekhanesinde yedik.Dönüş yolunda yine Kastamonu'nun doğa güzelliklerini, bu kez başka yollardan geçerken görüntüledik.Akşam yapılacak olan panelde İzzet Keribar, Tansu Gürpınar ve Mustafa Demirbaş'ın konuşması var.Buna rağmen gündüz planladığım Kastamonu'nun gece fotoğraflarını çekme planım hala geçerli.Gece fotoğraflarını seviyorum aslında.Elinizde üç ayak varsa mutlaka iyi fotoğraflar çekebiliyorsunuz.Şu an kullandığım Sigma 17-70 lensin titreşim önleme özelliği olmadığı için üç ayağın büyük yardımı oluyor.Hareket eden insanların, arabaların ya da farlarının doğal hareketlerinin ne kadar muntazam ve doğru bir ritm içinde olduklarını açıkça görebiliyorsunuz.Aksi halde çektiğiniz fotoğraf, titrek, netsiz ya da yüzüne bakılmayacak kadar estetikten uzak olabiliyor.
Yeşil Yol ismini verdiğim(Fotoğraflara isim vermek pek adetim değildir.Eğer bir ismi olacaksa, onu kendi almalı diye düşünüyorum)bu fotoğrafın çekimine Mustafa Özeflanili'nin yardımı için teşekkür etmek isterim.Kendisinin de buradan bir fotoğrafını, Kasfot karma gösterisinde izlemiştik.Bu gece paneli izlemek varken, büyük nezaket göstererek bizimle gelmeyi tercih etti.
Son gün...Bu sabahki kahvaltı, organik ürünleri ile harika bir ziyafet sunan İzbeli Çiftliği'nde.
Çiftliğin sahibi Sabiha İzbeli'nin hikayesi 1964 yılında bu konağa gelin gelmesiyle başlıyor.200 yıllık konakta tamamıyla organik ürünlerle yapacağınız kahvaltı, Hürriyet Gazetesi'nin sıralamasında 10. sırada.10 numara kahvaltı yani.8 dönümlük arazide hayvanların yiyeceği, yonca, mısır ile kahvaltı için sebzeler ekiliyor.400 yıl önce tımarlı sipahi yetiştirmek üzere, dönemin padişahı IV. Mehmet tarafından aileye verilen çiftliğin sahibi Sabiha Hanım, gelen misafirlerin hepsine çiftliğin geçmişini anlatmayı ihmal etmiyor.
Tam bir cumhuriyet kadını olan Sabiha Teyze, konakta kaldığı odayı da hiç çekinmeden isteyenlere gösteriyor ve portre çekmemize izin veriyor. 

Kahvaltının ardından Kastamonu şehir merkezine dönüyoruz.Cumhuriyet meydanı ve el sanatları merkezinde çekimler yapıyoruz.Ebru ustası, bakır ustası, günlerden pazar olmasına rağmen, bu etkinlik kapsamında işlerinin başındalar.Hepsi güler yüzlü ve bir o kadar misafirperverler.Küçücük dükkanlarda, rekorlara imza atacak sayıda fotoğrafçı, bir bakırın her çekiç darbesiyle şekillenmesinin ya da Osmanlı Lalesi'nin kitreli suda ebruya dönüşmesinin her anının fotoğrafını çekti.
Gün sonunda vali, belediye başkanı ve Kasfot Başkanı Suat Cumali Güngör 'ün yaptığı konuşma ile Kastamonu 1. Fotoğrafçılar Buluşması resmen bitmiş oldu.Fakat Kastamonu her zaman bu güzellikleri bize sunmaya hazır.Kastamonu insanı bu misafirperverliğe her zaman sahip.Yolunuz buralardan geçerse, durup etrafınıza şöyle bir bakın.Şehrin içinden geçen Daday Çayı, önüne katıp getirdikleriyle kulağınıza Anadolu'nun bütün güzelliklerini fısıldıyor olacak.


27 Eylül 2011

Beylerbeyi'nde Düğün, Çeçenistan'da Futbol Maçı (1. Kısım)



Aylar öncesinden planlanan Güneydoğu Anadolu gezisi, gezinin yakın tarihine doğru bize bildirilen Gamze'nin düğünüyle, bir kez daha kaçırıldı.Bu kaçırdığım üçüncü güneydoğu gezisi olmakla birlikte, her seferinde hayırlısı deyip, bir sonraki seneye erteliyorum.Allah saklasın, Hasankeyf, biz kavuşamadan ebedi istirahatgahına kavuşacak.Zira Allianoi'un olduğu gibi...

Neyse sayın okur...Ertelenmeye alışmış güneydoğu gezisinin yanında, yazmayı ertelediğim 1. Kastamonu Fotoğrafçılar Buluşması ve Mısır gezisinin ardından üçüncü günlük yazım...Hali hazırda başlığı ve girişi yapılmış, yazmaya söz verdiğim Kastamonu Buluşması'nın ikincisi, önümüzdeki ay gerçekleşecek.Mısır gezisinin de ikincisi gerçekleşecekti ki, devrim oldu.Bir gün bu paragrafta ilgili yazılara bağlantı görürseniz, bilin ki tamamlanmıştır.Yüce Rabb'im hepimizi o günleri görenlerden eylesin, amin:)

Her çıktığım seyahatte başıma anlatılacak bir şey gelmesini istemememe rağmen, bu hafta sonu yaşadıklarımla bağlantı kurarak size, hayatın sırrını veriyorum.Herkes kağıt kalemi hazırlasın (diyerek yazıya ilgisiz başlayan okurun ilgisi çekilir).

KGS kartınızda limit yoksa, otobana girmeyin!!!Çıkışta doldururum, parasını verir başkasının kartından geçerim gibi, tembel ötesi bahanelerle uğraşmayın.Adam olun.Devlet bedava yol yapmış, oradan gidin.Hem vergisini veriyoruz, orası da paralı yol sayılır.
Özet geçiyorum:Limit 1.60 TL.Yol 3.75TL.Ziraat Bankası'na ait olan kartın dolum gişesi kapalı.Kart da satılmıyor.Diğer gişe memurunun önerisi şu:
*OGS'den geç, 10 gün içinde OGS al, alınca bu geçiş ücreti, yeni limitinden düşer.
-Ceza?
*Ceza da iptal olur.
-Başkasının kartıyla geçsem?
*O da olur.

Hemen birinden rica edilir.Görülür ki adamceğizin de Shell kartı var.Limit yok.Onun da derdi aynı.Ne yapacaksınız? diyorum."OGS'den geçeceğim" diyor gülerek.Başkasına sorup, onay alıyorum.Önce geçen iyilik meleğimin kartını alınca görüyorum ki, kart ikinciye geçiş vermiyor.Allahtan önce ben geçmemişim diyorum.Kalacaktı adamceğiz.Arkamdaki adamdan yol vermesini rica ediyorum.Al benim kartımla geç diyor.Yok diyorum, ben geçersem siz kalırsınız.Yapacak bir şey yok, OGS yolu gözüküyor derken, "kart lazım mı?" diye soran yağız Anadolu delikanlısı yetişiyor imdadıma.Fiyatın on beş TL olduğunu duyunca, "ben senden daha yağızım" diyerek bir pati, toz duman geçiyorum OGS'den.Sinyal, alarm, kıyamet kopuyor, sirenler çalıyor."Kaçak geçiş 148.50 TL" yazısı  yanıp yanıp sönüyor tabelada...
Sonuç, pazartesi günü itibariyle OGS sahibiyim...

Otobandan çıkıp, vergilerimle yaptırdığım yola adım atınca daha bir rahatladım.Yeni yol arkadaşım Sinem sayesinde Maltepe Kültür Merkezi'ne vardık.Gördük ki nikah kıyılmak üzere.Yerimizi aldık."Senden başka senden başka, sevemem ben hiç kimseyi" gibi eğlenceli şarkılar, türküler eşliğinde Gamze ve Cebrail'in nikahı kıyıldı.Maşallahtı, tebriklerdi, bi yastıkta kocayındı temennimiz.

Törenin ikinci kısmı, aynı gece Beylerbeyi'nden kalkacak olan gemide bir düğün...Eğlenceli olacağa benziyor.


İstanbul'da yaşıyor olsaydım, sanırım ben de böyle bir düğün isterdim.


Gemide düğün olayının en ilginç tarafı, istediğiniz zaman düğüne gelip, istediğiniz zaman terk edemiyor olmanız.


Düğünün ortalarında Gamze, Gamzeli'ğini yapmış, yorulmamak için konversleri geçirivermişti ayağına...



Belirli saatlerde belirlediği duraktan kalkıyor ve artık biz eve dönelim dediğinizde, İstanbul Boğazı'nın ortasında olduğunuzu hatırlıyor, manzaranın tadını biraz daha çıkarmakta sakınca görmüyorsunuz.


Düğünün karaya bağlı olduğunuzdakinden farkı yok.Yemek, içmek, halay, çiftetelli.Hepsi bu düğünde...




İşte bu da yeni sevgilim Leyla..."Leyla! Mecnunun olayım" desem de bu 18 aylık sevimli fıstık, başını şöyle bir kaldırmasıyla reddediyor beni.Kendisi Gamze'nin kuzeni oluyor.Şimdilik öpücük almayı başarmakla yetiniyorum=)














Alttaki fotoğraf da düğünün özeti niteliğinde...Olmazsa olmazım "ters ışık".




Düğünün sonunda Gamze'yi kıskandığımı itiraf etmeliyim.Gamze artık kırmızı VosWos'u olan biriyle evli...

14 Eylül 2011

Hayat ne garip, Letonya filan...

Bu kez bir değişiklik yapıp normal insanlar gibi günlüğün hakkını vermeye ve son geziye öncelik vermeye karar verdim.Yoksa, yazıya başlamadan 2 saat önce "Mısır:Devrimden Önce..." başığını atıp yazmaya başladığım Mısır gezisinin üzerinden yaklaşık 1(yazıyla:bir) sene geçmiş olduğunu ve saatlerce başlıkla baş başa kaldığımı fark ettim.Hafızam Letonya anılarımın üzerine saçma sapan, yapay Türkiye gündemi falan yazmaya başlamadan, hatıratımı  yazmaya başlıyorum.

Sayın günlük okuyucuları, sevgili misafirler...

Gezimiz 28 Ağustos Pazar-1 Eylül  Perşembe 2011 (bak bak canavar gibi, tarihi bile hatırlıyorum) tarihleri arasında gerçekleşti.Tarih çok önemli, çünkü siz siz olun pazar gidip, perşembe dönmeyin(ınınınınnn!)Çünkü efendim, bu güzelim Baltık ülkesi insanları, kışın soğuğundan da, yazın sıcağından da kendilerini barlara, pavyonlara vurup, eğlenceye çıkıyorlarmış.
-Ne zamandı?
*Perşembeden sonra, pazardan önce.
-Biz ne zaman gittik?
*Pazardan sonra, perşembeden önce.
-Aferin!
*Sağol :)

Neyse!Zaten iki bayram arası ne barı ne pavyonu abicim dedik, pazar sabahı otobüsle Atatürk Hava Limanı'na vardık.Valizlerimizi teslim etmeyi beklerken, sonradan Fenerbahçe futbol takımı taraftarları olduğunu öğrendiğim ve "ay lav yu lugoo, ay lav yu lugooo" diye bağıran bir grup insanın hava alanındaki "eller havaya yumruk havaya" tadındaki görüntüleri(futbol ile de bu kadar alakalıyımdır, sayın okur.) ile karşılaştık.



Adının Lugano olduğunu sonradan öğrendiğim ve "ay lav yu lugo" diye tezahürat yapan tayfaya, bi türlü üçlü çektirmeyen futbolcu kişisi(hangisi olduğunu tarife gerek yok işte sarı-lacivertli olan :p).Sanırım Fenerbahçe'de oynamış ve yurdu terk etmek üzere" Först Kılas" kapısının önünde beklemekte.Bu yazımla tarihe ışık tutacağımın verdiği mutluluk paha biçilemez sayın okur:)








Bagajlarımızı teslim etme sırası bize geldikten sonra, sırf Leton hosteslerinin efsanesini araştırmak için Air Baltic ile uçtuk.


Çok merak uyandırmadan söyleyeyim, öyle bir efsane yok, yalanmış.


Tek temennimiz Letonya'daki insanların onlara benzememesi yönünde, Riga Büyükşehir Belediyesi Hava Alanı'na doğru havalandık.Zaman çabuk geçsin için önce film izlemeye karar verdim.Kulaklığımı Evren isteyince, kitap okumaya karar verdim.Sonra irtifadan uykum geldi.Zaman daha hızlı geçsin diye uyumaya karar verdim.Daha yüksek irtifadan olsa gerek, uyanınca, kitap okumaya karar verdim.Kitap okumaktan olsa gerek, uykum gelmesin mi?Gelsin tabi...Böyle git-gel 2,5 saatte 20-30 sayfa okumuşum.İrtifadan olsa gerek, çok hızlı kitap okurum.

Ben uyurken 8(yazıyla:sekiz) ülke geçerek hava alanına indik."Ben ne havaalanları gördüm, Riga gibisini görmedim" demek isterdim ama burası da bizimkilere göre, nasıl desem, böyle bi küçük, böyle bi mütevazi...Bilenler için İzmir'inkinden daha mütevazi, öyle diyeyim.
Pasaport kontrolünden geçtikten sonra bizi Rifod(Riga Fotoğraf Sanatı Derneği)'lu fotoğrafçıların karşılaması gerekirken, tur şirketinin rehberi Aybars Başaran karşılamaz mı?Hani şu "Biz Evleniyoruz Aybars".Tabi şıp diye tanıyamadık.Bir yerden tanıyoruz ama, çıkaramıyoruz.Eşimin, üniversitedeki karşı komşusuna benzetmesiyle, benim de gavur memleketinde bir tanıdık bulmuş olmamın sevinciyle lafa dalmam bir oldu tabi.Ama Aybars arkadaş "hayır ben sizi tanıyamadım, üniversiteyi de Kütahya'da okumadım" deyip, usta bir kıvraklıkla sorularımızı savuşturmayı başardı.Bunca yıl insanların sorularını nasıl savuşturması gerektiği konusunda iyi ilerleme kaydetmiş olduğunu, onun "Biz Evleniyoruz Aybars" olduğunu anladıktan sonra fark ettik.Yazıktı çocuğa, ama olsundu.Sonunda bir işin ucundan tutmuştu.Aferindi...

Bu şaşkınlığın ardından yarım bir otobüs turuyla otelimize vardık.Eşyaları yerleştirmemizin ardından Riga’nın Old City denen eski merkezindeki yürüyüş turumuza başladık.Araç girişinin yasak olduğu eski şehir merkezi ile yeni yerleşimin arsından, Letonca "bol su" anlamına gelen Daugava nehri akıyor.Kışın bırakın bu nehrin donmasını, Jurmala kıyısındaki Baltık Denizi’nin de 3 km kadar donduğunu öğreniyoruz rehberimizden.

Otelimizin karşısındaki Opera Binası’nın önündeki parktan  başlıyoruz şehir turumuza.Parkın ortasında bulunan köprü üzerindeki parmaklıklarda yüzlerce asma kilit ve tüllü etek giymiş bir grup kız dikkatimizi çekiyor.Bu kızların bekarlığa veda partisi verdiklerini ve bu kilitlerin de evlenen çiftler tarafından parmaklıklara asıldığını öğreniyoruz.Evlilik oranının %30 olduğu Letonya’da, geri kalan çiftler sanırım birlikte yaşıyorlar.Bu kilitleme adetinin, erkeklerden %8 fazla olan kadın çoğunluk tarafından uydurulduğu bir batıl inanç olduğu ve %30 olan azınlıklarının %29’a inmemesini dilediklerini düşünüyorum.Eski şehrin arnavut kaldırımlı sokaklarında gezerken, her köşe başında bir efsane, ayrı bir hikaye dinliyoruz Aybar Başaran’dan.Ne kadar isteseniz de kaybolamadığınız ve her sokağın dönüp dolaşıp aynı merkeze çıktığı eski şehrin her köşesinde bir kafe, her sokağında bir restoran ve bar mevcut.

1201 yılında kurulan şehrin planına ve düzenine hayran olmamak elde değil.Rengarenk boyalı evler, şehrin düzenine uymuş yapıları, her adımda sizi karşılayan barlar, tam bir turist merkezinde olduğunuzu müjdeliyor.

Hava kararana kadar, Özgürlük Heykeli, şehrin sur duvarlarının başlangıcı olan Barut Kulesi(şimdiki savaş müzesi), üzerinde Letonlar’ın halk kahramanının heykelinin bulunduğu yeni meclis binası, St. Peter’s Kilisesi, Kara Kafalar’ın Evi ve Dome Katedrali’ni görme fırsatı bulduk.


Bu turun ardından bize kalan serbest zamanda ilk önce yemek yemeye karar verdik.Restoranımız, eski büyük ticaret locasının tam karşısında, üzerinde büyük bir kedi heykelinin tünemiş olduğu Cat-Burger.Bu bina, şehrin kuruluş yıllarında kendisini soylu tabakaya kabul ettirmek isteyen zengin bir tüccar tarafından,  gövde gösterisi için, tam da bu locanın karşısına yaptırılmış.Buna rağmen kendisi bu locaya kabul edilmeyince çatıdaki kedi heykelinin "totosunu" bu locaya doğru döndürmüş.Yine alınmamış, mahkemelik olmuş vs…

Cat-Burger’de yediğim Riga’daki ilk akşam yemeğim:Tuzlu Balık...Üç tarafı denizlerle çevrili ülkemizdeki balık kültürünün yoksulluğunu, her deniz kıyısı ülkeye gittiğimde fark ederim.Basit bir barda bile sunulan bu balık ziyafetini reddedemezdim ve denemeye karar verdim.Özellikle sunumu harikaydı.

Tuzlu balık: fırında patates ve adını tam bilemediğimiz 2 çeşit süt ürünü ile birlikte...
Arkada duran tabakta nar eşkili zeytinyağsı(zeytinyağı) vardı.Onun arkasında da 2 çeşit ekmek vardı sepette.Biri normal ama cok lezzetli.Diğerinin ise sonradan kakuleli olduğunu öğrendim.Değişik ama çok lezzetliydi:)Marketten de aldık.Küçümencik haliyle valize sığmasına çok sevinerek eve getirdik.Küçük ama 1 kg geliyor, hala yiyoruz.Ekmekle zeytinyayına(zeytinyağı) para almadılar.Israr ettim gene almadılar.Enteresan geldi.(Ayhan Sicimoğlu ile uçuk lezzetler programı versiyonuna son vererek devam ediyorum.)
Bilgi olsun açısından söylemek isterim, hamburger ve patatesten oluşan menü 3.8 Lat, Tuzlu balık 4,8 Lat.1 Lat ise 3,6 TL civarında.Euro kullanmayı reddeden bu Avrupa Birliği ülkesinde, Letonlar oldukça milliyetçiler.Nufüsün %30’unun Rus olduğu bu ülkede, Ruslar’ın vatandaş olabilmesi için oldukça zor bir vatandaşlık sınavından geçmesi ve Letonca bilmesi gerekiyor.Bu sınavı geçemeyen Ruslar çoğunlukta ve hepsi “Alien(Tam Türkçe karşılığı :Yaratık)” pasaportuna sahip.Rehberimizin dikkat çekmesiyle farkına varıyorum ki, bu tam bir insanlık ayıbı…Dünyanın ayağa kalkması gereken bir durum…Buna karşılık ülkedeki Ruslar, eski Soyetler Birliği’nin tekrar ayaklanacağı ve bu toprakların Rus toprağı olacağı günün hayaliyle yaşıyorlar.Genelde, duruşlarından ve konuşmalarından kimin Rus, kimin Leton olduğunu çözmek pek de zor değil…

Yorgun bir günün ardından otelimize dönmek üzereyken karşılaştığımız bir grup bayanın, sabah köprüde gördüğümüz, bekarlığa veda partisi veren bayanlar olduğunu düşünerek, uzaktan korkak ve ürkek bakışlarla süzdükten sonra, yaklaşarak bir merhaba demeye karar verdik.Bu dakikadan sonra yaşadıklarımız torunlara anlatılıp, torunların da "hadi dede sallama, yuh artık" diyebileceği cinsten eğlenceli bir anıdan ibaret kalacak hatıramda.Bu kızceğizlerden kırmızı tüylü terlikli olan 1-2 güne gelin olacak.Anlattığına göre damat adayı da şu anda kendi partisinde, kim bilir neler karıştırıyor.Ama buralarda adet böyle.Geçen hafta da gelin kızımız ve arkadaşları, üç(sayıyla:3) adet striptizçi yağız delikanlının bulunduğu bir partide doyasıya eğlenmişler.Bu, en masum halleri.Geçen hafta yaptığı aşırılıklara karşılık, bu hafta iyi şeyler yapmaya çalıştığını söylüyor ve elindeki hediye torbasını bize uzatıyor.İçinde bulunan şekerleme ve renkli prezervatiflerden alıp gönlünü hoş tutuyoruz kızceğizin.Ne de olsa bu onun iyilik haftası.İyi derece İngilizcesine rağmen söylediklerimizi, kafasının güzel olduğundan çok iyi idrak edemediğini belirtiyor sürekli, elindeki şampanyayı göstererek."Allah mesut etsin, bi yastıkta kocayın" dileklerimizle yanlarından ayrılıp, Riga'nın barlarla dolu şehir merkezine dalıyoruz.

Karşıdan gelen 2(yazıyla:2) denizci bayan arkadaş üzerimize doğru geliyor.1 Lat karşılığında bir şey teklif ediyorlar ama, biraz soğuktan ve bayanların üzerlerindeki kıyafetlerin soğukla alakasız duruşlarının bizde uyandırdığı şaşkınlıktan olsa gerek(başka bir şeydense ne olayım) tam anlayamayıp tekrar soruyoruz.Anlıyoruz ki 1 Lat karşılığında fotoğraf çekebileceğimizi söylüyorlar.Riga'da o saatte iyi bir stüdyo bulmanın zorluğunu göz önünde bulundurarak, biraz pazarlıkla fiyatı 1 Lat'tan, 1 Euro'ya indirip sokakta bir poz çekmeyi kabul ediyoyuz.Hafta içi böyleyse haftasonunu göremeyeceğimiz Riga sokaklarından ayrılıp, dinlenmek üzere otelimize dönüyoruz:(







 Ertesi günkü turumuzda yazlık bölge olarak adlandırılan Jurmala'yı ziyaret ediyoruz.Burası ağaç evlerin bulunduğu ormanlık bir bölge ve ev fiyatları inanılmaz yüksek.Yok canım, alacağımızdan değil de, Letonya'da ev alırsanız oturma izni alabiliyorsunuz ve Avrupa'da dolaşım hakkı kazanıyorsunuz.Bu evi Riga'dan alırsanız en az 120.000€, Riga dışından alırsanız 80.000€ olmak zorunda.Jurmala'da ise evler 300.000€-1.000.000€ arasında.Buna rağmen ülkenin ekonomik krizde olduğunu ve şehir içindeki evlerin 1-2 sene önce apartman giderlerine karşılık kiraya verildiğini de öğreniyoruz.Krediyi çekip çekip ekonomilerini şişiren Letonya'nın acı sonu diyebiliriz buna.Neyse ki, toparlanmaya başlamışlar.

Şirin mi şirin bir caddesi olan Jurmala merkezinde, kendini dünyanın en güzel çiz kekini yaptıklarını sananların çalıştığı kafenin yaptığı, kendini dünyanın en güzel çiz keki sanan çiz keke benzer bi kek yeme fırsatına nail olduk.Yaban mersini, çilek ve kendini elma sanan yıldız şeklinde kesilmiş salatalık eşliğinde...2. günün akşamına doğru arka taraftan küflenmeye başlıyor.Çok bekletmeden çatalla yemekte fayda var.Yoksa ellerin yapış yapış oluyor.(Gülriz Sururi tadındaki yemek tarifi yazılardan çıkıp devam edelim...)
"Maşallah efendim, nazar deymesin, pek bi güzel olmuş, aynen devam" diyerek, %15 iskontomuzu alıp yediğimiz kekin ardından, bir de Kemeri'yi görelim diyoruz Aybars'a ısrarla."Olmaz efendim, programda yok" dese de, "iyi bak Aybars, atlamış olmayasın" gibi telkinlerle kafaladığımız rehberimizle birlikte, Kemeri'ye varıyoruz. İlgili bağlantıdaki yerleri görmemiz gerekirken, Türkiye'den İngilizce eğitim almak için Letonya'ya gelen rehberimizin bilgi eksikliğinden dolayı sadece Pavlov'un heykelinin olduğu geniş bir yeşillik alan görüyoruz.Onu da ters ışık yaptım, yeşillik de uçtu gitti, affedin :)

Kemeri diye geldiğimiz yerde, ortalığı çekip çeviren bir kadın ile, tekerlekli sandalye ile dolaşan bir adam dışında, bir de yoldan geçen normal bir kadından başka kimseyi görmedik desem sanırım haksızlık etmem.Kemeri'nin o bölgesinin gördüğü en kalabalık grup olduğumuzun üzerine bahse bile girebilirim.Kaldı ki yerli otobüs şoförü bile yolu bulana kadar," orada ne varmış?, buradan mı gidiliyormuş?" diye söylenip durdu.


Tur bitip Riga'ya döndüğümüzde, kendimize ayırdığımız zaman içinde görmemiz gereken yerlerden biri Alberta Cadedesi'ndeki Art Nouveau tarzındaki mimari yapılardı.Art Nouveau, süslemelerin bitkisel desenlerle ön plana çıkarıldığı sanat akımıdır, sayın okur.







Alberta Caddesi'ni de gördükten sonra, Riga'yı tepeden görebileceğimiz en güzel yer olan Radisson Blu Oteli'nin 26. katındaki Sky Bar'a çıkıyoruz.Camları açamadığımızdan buradan fotoğraf çekmek çok verimli değil ama manzarayı görebilmeniz açısından şu fotoğrafa bakmakta yarar var.Klasik Avrupa şehri.Engebelerden yoksun, düzenli ve dümdüz..

Eski Riga ile yeni Riga'yı birbirine bağlayan Brivibas, yani Özgürlük Caddesi'nin başındaki Double Coffee'ye doğru yürümeye başladık.Yürürken bize doğru bir çift kız görünümlü rus ajanı yaklaştı.Bir anket mi desem, deney mi, ödev mi ne yapıyolarmış".

Mesela golden retriever bakan birilerini arıyoruz" dedi."Golden retriever mı" dedim."Sizin var mı" dedi."Yok" dedim, pek bi üzüldü.Var deseydim mi diye düşünmeden edemiyorum hala.Bana bir şeker verdi soldaki.Üzerinde Letonca "ben bir turistim" yazıyordu."Napayım bunu" dedim."Ye ya da sakla" yanıtını alınca, adettendir, fiyatını sordum, ayıp olmasın diye.Free(free Letonca:beleş ama bu sana benden özel bir hediye.al bu da elektronik posta adresim, memlekete gidince bana yaz demek) dedi.Yanımda yeğenim olunca çok üstüne düşmedim.Teşekkür ettim.Şekeri yedim.Bana bir şeyler olacakmış, sonra da birileri beni arabayla alıp hayatın sırrını falan vereceklermiş gibi geldi ama malesef, iki hafta geçmesine rağmen, ne gelen var, ne giden.Normal şekerdi sanırım.Sağdakiyle herhangi bir diyaloğa girmedim.Sanırım Türkçe bilmiyordu :)Ama o daha bir usturuplu, daha bir Leton.Onun da sol elinde bir şeker var, görüldüğü üzere.Onda ne yazıyordu bak merak ettim.
Neyse bir fotoğraf çekip devam ettik.Letonya'da birileri yanınıza yanaşıp, "sizi şuraya götürelim, yiyelim, içelim, eğlenelim" derse, "gitmeyin, zararlı çıkarsınız" demişlerdi.Böyle bir şey başıma gelmedi ama, şeker verirlerse yiyebilirsiniz.Hele üzerinde ben bir turistim gibi şeyler yazıyorsa, hiç uzatmayın.Neticede şeker yemiş olacaksınız.Fazla bir şey beklemeyin :)

 Gelelim Dabıl Kafe olayına...Etrafta kesinlikle Starbucks falan göremezsiniz.Ama neredeyse her sokakta bir Double Coffee mevcut.Yazı stili de Starbucks'a benziyor.Hatta aynı karakterler diyebilirim.Kahvesini içmedim, ama etraftakilerin fotoğrafını çekme fırsatım oldu.Güzel fotoğraf veriyor Dabıl Kafe.Zaten kahveden anladığım şey, eve gelen misafirlere, ellerimle dibek kahvesi yapmaktan ibarettir.Filtre kahveden anladığımı söyleyemem.

Bahsettiğim sokağın her iki köşesinde bütün gün boyunca çeşitli müzik enstrumanları çalan genç ve çocuklar küçük konserler veriyorlar.Bizde böyle bir kültürün olmadığını ve böyle bir konsere teşebbüs etmek istediğimde, polisin, zabıtanın beni götüreceği fikri, nedense beni rahatsız etmiyor.






Aynı günün gecesinde, bar bar gezip hang-over olur muyuz diye şansımızı zorladık.Bir ara çok büyük bar/disko tarzı bir yerin labirentli yollarından müziğin yoğun olduğu yere doğru yürüdüğümüzü, beğenmeyip çıkarken de, bizim gruptan birilerinin, oradaki bayanlardan biriyle bilek güreşi masasında bilek güreşi yaptığını hatırlıyorum.Bende değil ama, olayın fotoğrafı da var sanırım.Bulursam yüklerim.Ya da bulan yüklesin.Başka bir barda da ilk içkiler içildikten sonra, Türk olduğumuzu öğrenen barmaid, masaya 6 adet bira ısmarladı.Kendisi de erasmus ile Eskişehir'de okumuş.Memleketten bahsedip vedalaştık.Biraların içine attığı şeyin, sadece aroma olup olmadığı konusu, uzunca bir süre bahis konusu oldu.Ben yine, bir aracın gelip bizi alacağı konusunda ısrarcıydım.Yine olmadı...Zaten o gece hiç içmemiştim.

Ertesi gün Jelgava'dayız.Ziraat fakültesi olarak kullanılan Jelgava Sarayı'nın önünde durup fotoğraf çekiyoruz, arkasından geçip, teneffüste ebelemece oynayan üniversite öğrencilerine bakıyoruz.

Her şehrinin sakin olduğu Letonya'nın bu güzide şehrinin hanlarını, hamamlarını ve kiliselerini gezip Riga'ya geri dönüyoruz.


Erken döndüğümüz Riga'da, otobüsümüz ikinci el Rus pazarının önünden geçiyor.Rus pazarı derken, satılan şey Rus değil.Ruslar'ın satıcılık yaptığı ikinci el pazar.(İçi fesatlar, üzgünüm.Bu yazıda aradığınızı bulamayacaksınız.Baştaki fotoğraflar, sanki yazının sonunda bir şeyler olacakmış gibi dursa da, dilerseniz yazının bundan sonrasını okumadan çıkabilirsiniz.Hayal kırıklığına uğratmak istemem :))Tehlikeleri üzerine çeken rehberimiz, buraya gitmememiz yönünde uyardıysa da, dinlemedik, gittik.

Tehlikelidir, cüzdanı çıkarmayın, fotoğraf makinelerinizi saklayın dediyse de, gittiğimizde hiç de öyle olmadığını gördük.Hatta Bursalılar için söylüyorum, soydaş pazarından pek az farkı var.İkinci el her türlü şeyin satıldığı bu pazar, bizden farklı olarak, Rus ya da Alman madalyasından kemer tokasına, miğferden top mermisine, savaş anılarını da satıyor.Rus dersiniz de Zenit olmadan olur mu?Pazardaki en sağlam Zenit boyun askısını aldım.Onu da başka bir makinenin üzerinden söktürerek.Bu Zenit askısı bende epheydir bir takıntı olmuştu.
Gittigidiyor'da aradım ama sadece askı bulamamıştım.Daha önce kullandığım Zenit 122'nin askısı yoktu.Ararken takıntı olmuştu diye hatırlıyorum.Bulamadan 122'yi satınca, ben de Nikon D80'e takmaya karar verdim.Sen git Letonya'dan kedine boyun askısı al.İyi bir hatıra oldu diye düşünüyorum.Ha bir de Riga logolu büyükçe bir anahtar aldım.Tutma halkasını çekince tirbüşon oluyor.Bu da hatırlanacak bir obje.Letonya'da hediyelik olarak alabileceğiniz, kehribar takılar var.Her yerde bulmanız mümkün.Sahtelerini de bulmanız mümkün.İçinde böcek vs olanların fiyatları oldukça yüksek.Çok ilgimi çekmediği için kendime en iyi hediyeyi aldığımı düşünüyorum.


Bu sayfanın hiçbir zaman bir gezi rehberi olarak görülmesini istemem ama sadece bu paragrafı öneri değil, bir emir olarak algılayıp, yerine getirmenizi isterim.Çünkü az sonra bahsedeceğim şey hayatın sırrından ibarettir...Şaka şaka:) Akşam yemeği için tavsiyede bulunacağım sadece.Burası Rosengrals.Bir orta çağ restoranı.Çok dikkatli biri değilseniz içeride elektrik kullanıldığını anlamanız çok zor.Zorunlu merdiven aydınlatmaları için falan kullanılmış.Bunun dışında masada ve duvar oyuklarındaki mumlarla aydınlatılıyor.Kapıda sizi bir şovalye karşılıyor.Sarışın, uzun saçlı, sakallı, iri kıyım bir adam.Konuşmuyor, içeri girmeye tereddüt ediyorsunuz.Daha kapıda 1-0 galip başlıyor, Rosengrals.Karanlık merdivenlerden inerken, aşağıdaki loş ortama alışıveriyor gözleriniz.Restoranın iç yapısı eski hanları andırıyor:Ana salon ve arkalarda diğer odalar.Ana salonda yer yok, arka salona doğru yürüyüp bir masaya oturuyoruz.Yemeklere sitedeki menü kısmından da bakabilirsiniz.Ben ördeği tercih ettim.Yanında garnitür olarak soğan reçeli vardı.Soğan ve vişne ile yapılmış bir reçel.Soğan tadını alıyorsunuz fakat bu sizi çok rahatsız etmiyor.Menüdeki diğer ana yemekler; domuz, tavuk, tavşan ve balık.Yemekten önce mutlaka içilmesi gereken şey ise geyik çorbası.Kaşık kaşık içmemize rağmen bitiremediğimizden, aşağıdaki fotoğrafta, çorbayı kafama dikerken görüyorsunuz.Orta çağ usulü yani.Arada bir masaları gezerek yöresel şarkılar, türküler çalıp söyleyen 3 kişilik bir saz ekibi mevcut.Flüt, keman ve telli bir saz...Personelin hepsi formata uygun.Orta çağda ne varsa, Rosengrals'da da o var, ne yoksa o da yok.Kola yok mesela.Çok enteresan ama bir gece önce teftiş için gittiğimizde kola istedik, fakat şefin cevabı, "orta çağda kola yoktur" oldu.Toprak kaplardan ilkel ama bir o kadar lezzetli yemekler yemek, harikaydı.Fiyatı da bu özelliklerinin hakkını alacak kadar, ortalamanın üzerindeydi.


Ertesi gün Sigulda ve Cesis.

Diğer şehirlerin olduğu gibi bu şehirler de Riga'ya yaklaşık 1 saat uzaklıkta.

Sigulda Kalesi ve çevresindeki milli park, Turaida Kalesi görülebilecek yerler arasında.

Kaledeki kule, her ne kadar yüksek ve çıması güç olsa da, kuleye çıkıp manzaranın tadına varmanızı tavsiye ederim.



Cesis'in, Cesu adında bir birası var.Ayrıca bütün şehirlerin kendine has biraları var.En güzelinin Cesis birası olduğunu duymuştum.Cesis Kalesi, tadilatta olduğu için giriş yapamadık.Eski kalenin önüne yenisini yapıp, bu güzelliği de turistlere görsel bir şölen olarak sunuyorlar.

Rehberimizden buranın belediye binası olduğunu öğrensek de aslında yeni inşa edilen kale olduğunu başka kaynaklardan doğruladık.

Dönüş yolunda Birinu Sarayı'nı ziyaret ediyoruz.

Saray şu anda ticari amaçlı restore edilip özel davetler için otel olarak kullanılıyor.İçinde büyükçe bir parkı ve gölü bulunmaktadır.Birinu Baronu yaşadığı dönemde kölelerine iyi davrandığı için, ayaklanmalar sırasında saray hasar görmemiş.Bu öyle bir sevgiymiş ki, köleler, baronlarına yapay bir gölet bile yapmışlar.

Cesis'de Osmanlı-Rus harbinde esir düşen Türk askerlerinin mezarlarının olduğu bir anıt mezar mevcut.Son halini 1937 yılında almış.




Rig'ya döndüğümüzde son kez sokaklarında yürüyüp vedalaşıyoruz Riga'dan.Ertesi gün kahvaltının ardından İstanbul'a dönüş var.Bu sırada Erasmus ile öğrenim görmeye Letonya'ya gelen üç Türk kardeşimizle karşılaşıyoruz.Soğumaya başlamış havada, ellerinde harita, ucuz ve kaliteli hostel ararken buluyoruz onları.Yanımızdan hızla geçerken "Merhaba, Türk arkadaşlarım" diye sesleniyor bize.Belli ki acelesi var, ama taa oralardan buralara gelip, "öyle kuru bir merhaba ile göndemeyiz seni" diyerek tutup kolundan çeviriyorum.Anadolu Üniversitesi'nde okuyan ikisi kız, bir erkek bu gençlerin gözleri ışıl ışıl..."Aldığımız harcirah, konaklamaya gidecek, ama olsun" diyorlar."Biz bunu yaşamak için geldik".Daha uygun kalacak yer arıyorlar bu yüzden.Allah zihin açıklığı versin dileklerimizle ayrılıyoruz genç akadaşlarımızdan.Bu arada bizim de gözümüze bir hostel takılıyor.Red Nose Hostel. Meraktan içeri dalıp en uygun yatak fiyatını sorduk.10 kişilik bir oda.Yataklar ranza tipi.Katta toplam 2 oda var.Diğer oda 4 yataklı.14 kişinin ortak kullanacağı banyo ve tuvalet mevcut.Günlük fiyatı 10 Lat(36 TL civarında)Kahvaltı ya da yemek yok.Az eşya ile Avrupa seyahati yapacak kişilerin ve öğrencilerin genelde tercih ettikleri konaklama noktaları olarak biliniyor.Sanrım bir dahaki Avrupa seyahatinde ben de kullanabilirim.1 sırt çantası ve ben...

Ne demiş bir Türk gezgini:Özgürlük, ihtiyacın olan her şeyi sırt çantana yüklemeyi başardığın andır...(Meşe Ağacı)