01 Ekim 2012

Rolf'den Mektup Var

Bu yazımda farklı bir şey yapıp, konuk sanatçı kabul ettim sayın okur, fakat, nitekim, amma ve lakin, bundan konuk sanatçının haberi yok.İlk bilen siz olun istedim.

Rolf Boeck kimdir?


Bu sene çıktığımız güney sahilleri gezimizde, kaderin bir cilvesi sonucu tanıştığımız Alman gezgin...Şu yazımın 3. paragrafında bahsetmiştim ama yine özet geçeyim:Ölüdeniz'den Kalkan'a giderken yol üzerinde Letoon antik kenti vardır.Varmış daha doğrusu.Tabelayı görüp, nedir bu Letoon diye oracıkta internetten küçük bir araştırma yapmak üzere durduk.Daha bir dakika geçmeden yanımızda beyaz bir Hyundai Starex(her şeye link vereceğim, rahat olun) durdu.Önde 3 kişi olmak üzere toplam 7 kişilik yabancı gezgin kafilesiydi.Nereye gittiğimizi, eğer Letoon'a gidiyorsak, oraya giden bir yolcuları olduğunu ve onu götürüp götüremeyeceğimizi sordular.Gidip gitmeyeceğimize karar vermeye çalışıyoruz, orada ne var, bilmiyoruz, dedik.Şoför olan başladı anlatmaya:"Hacı, orada çok güzel bir antik şehir var.Tiyatro var, agora var, manzara var, göl var, süper yani...Biz de gitmek istiyoruz ama hava çok sıcak."


Bizim İngilizcemiz mi bozuk, Starex'in motor sesinden  laflar anlamını mı yitiriyor, bilinmez, adamcağızı bizim arabaya oturtuverdiler.Aşağıda göreceğiniz fotoğraflar Rolf'e ait ve göreceğiniz üzere ortada ne göl var ne manzara...Starex'li hippiler bizi ayakta yemişler yani bacım affedersin...



Rolf amca arabaya oturunca biraz tedirgin olduk tabi.Neticede elin adamı.Yolda otostop çekse almam.Yani şahsına özel bir durum değil, kimseyi almam zaten ben.Ama işte herifler laf kalabalığına getirip kakaladılar adamı babam affedersin.Ona takıldım biraz.Bir şey de diyemedik, adam yabancı...


Neyse tabi tanıyınca sevdik.Rolf'ün Türkiye'ye ilk gelişi değil bu...77 yaşında.65 yaşında emekli olmuş ve Türkiye'de bir çok yeri görmüş.Bursa'lıyız dedik; başımdaki şapkayı İznik'ten, gömleği de Yeşil Cami'nin oradaki bir dükkandan aldım, dedi.Kütahya'da okuduk biz, eşimle orada tanıştık dedim; döner gazino var orada, dedi.Van depreminden 2 gün önce Van'dan ayrılmış.Trabzon, Şanlıurfa, Gaziantep...Anlattı da anlattı...Letoon'a daha önce de gelmiş.Niye geldin bir daha da diyemedik.




















Türkiye'de arkeolog bir  arkadaşı olduğunu ve Türkler'in gezi anlayışının, Mevlana'yı ziyeretten ibaret olduğunu söylemiş.E amca bu kadar gezmişsin, sende Müzekart vardır; dedik ama, yabancılara Müzekart satılmıyormuş.Yabancılara uygulanan müze ve ören yeri girişlerindeki fiyat farkının da gayet farkında...Kıs kıs gülüyor bunları anlatırken ama umurunda olduğunu pek sanmıyorum.Bizim cebimizdeki Müzekart'ın varlığının verdiği rahatlıkla her ören yerine ücretsiz giriyoruz.Mesela Xhantos...Alanı gezmek için 1 saatten fazla zamana ihtiyacımız varmış.Bunu öğrendikten 10 dakika sonra arabaya binip Kalkan'a doğru devam ettik.Çünkü daha dalış yapacaktık.Daha önemliydi.Xhantos'u yemişimdi...Koskoca Patara Örenyeri mesela...10 km²...Ama biz Patara plajına gidiyoruz.Saat 19:00'dan sonra kaplumbağalar kullanıyormuş plajı.Ne şirin(!)



















İlginçti Rolf...Türkiye dışında Yunanistan, İspanya ve İtalya'yı da gezmiş.Dişlerini de gelmeden önce yeni yaptırmış sanırım, pek bir sırıtıyordu.Dişler yani...Şeker adamdı Rolf...Fethiye'de kalıyordu ve kendi çapında günlük geziler yapıyordu anlattığına göre.Genelde gezdiği yerlerden bahsetti.Gezerken gördüğü olumsuzluklardan...Bir ara bastığımız taşta, antik Roma yazısı olduğunu fark ettik ve kenara çekildik.Öyle bir yerde duruyordu ki, basamak olarak kullanılmıştı ve basmamanın imkanı yoktu.Yazıların bazı yerleri neredeyse kaybolmuş ve taş çökmüştü.Daha önce böylesini ve daha kötülerini gördüğünü söyledi.Belki de bu yüzden ikinciye, belki de üçüncüye geliyordu buralara.Olumlu ya da olumsuz bir değişim görmek için...



















Rolf'e fotoğraf geçmişiyle ilgili hiçbir şey sormadım.Aynı yerlerde çektiğimiz fotoğrafları karşılaştırınca onunkilerde bildiğin aşk var.Bense görev icabı çekmişim.Omuzunda taşıdığı küçücük heybesindeki makinasıyla iyi iş çıkarmış bence.Dediğine göre çantasında bir de BİM'den aldığı su varmış.Elma suyuyla karıştırıp içiyormuş.Aynen şöyle dedi:"Su and elma suyu, mixed, from BİM" Kendisini "yabancı bir dil öğrenemeyecek kadar tembelim" diye tanımlayan bir ihtiyar için, gayet iyi bir başlangıç.


Daha sonra beyaz Starex'li hippilerin bahsettiği gölün manzarasına bakan, Letoon'un antik kalıntılarına oturduk ve biraz daha sohbet ettik.Ya da sarnıçlara dolan suıyun oluşturduğu gölet de diyebiliriz buna...Birbirimize e-posta adreslerimizi verdik ve vedalaştık.Bu anı da, koca bir yıl yaşananlardan kaçışımızda yaşadığımız, hatırlanacak anlamlı tek şey olarak bu günlükteki yerini aldı.

Spock! Işınla bizi...

03 Eylül 2012

Haydarpaşa ve Antin Penik

Üzerine yapışan bir miskinlik halinin çekip gitmemesini istediğin olmuştur.Tatile çıkacaksındır, daha çıkmadan tatil erkenden başlamıştır sana göre...Dönmüşsündür, ama o miskinlik hali hala gitmemiştir.Öyle bir haldir ki; hayat, gidip gördüğün o bambaşka yerlerde kalmıştır senin için.Eve döndüğünde perdeleri açsan da artık oraların rüzgarı esmeyecektir pencereden içeriye.Şehrin trafiğine daldığında, ne kadar camı açıp gaza bassan da; nemli, yapış yapış hava dolar ciğerlerinden...


İş gününün hemen öncesi tatili sonlandırmak fenadır çoğu zaman...Ertesi gün telefon çalmasın diye bakarsın.Bilgisayarını açıp 10 dakika karşılıklı bakışırsın.E-postalara bakmak istemezsin, gelen önemli bir postaya cevap yazmak mecburiyeti olmasın diye...Msn önünde " oturumu aç" der, kapatırsın.Facebook'u açar, bildirimleri görüp tıklamazsın.Hemen sohbette "çevrimdışı" olursun.Şöyle aşağı doğru hızlıca iner, hiç birine bakmadan kapatırsın.Twitter'ın çoğu, dahi anlamındaki "-de" yi ayrı bile yazmıyordur.Açmaya tenezzül bile etmezsin.İnstagram denen şeye henüz bulaşmamışsındır, aklına bile gelmez.Gezerken gördüklerinden önemli olanlarını içeren bir günlük kaydı yazmak istersin, çok yapmacık gelir, kendinle çelişir, vazgeçersin.

Bu ne olm, "Bir Datça alırsın bağlanırsın, kopamazsın" dicen sandım.(Onu bile Marmaris'e bağladım.Gerçekten bak çok fenalardayım.Ooo, Datça mı ooo?(Bak yine yaptım))(Yok değil Datça falan.Sırasıyla Akyaka, Sedir Adası, Dalyan, Göcek, Fethiye, Ölüdeniz, Kalkan, Kaş.Arada Letoon, Patara, Xanthos!Hatta Letoon'a girelim mi diye yol kenarında beklerken, çatlak bir grup trekinkçi! bize 77 yaşında bi adam kakaladı.Alın bu da Letoon'a gidiyomuş, götürün diye.Adam Alman, 65 yaşında emekli olmuş abicim.Benim gezdiğim yerlerin 3 katını 3'er kere gezmiş.Adama müze kart verseler ülkeyi batırır yani, o derece.Allah'tan yabancılara müze kart yok.Neyse, şimdi konu o değil.Bu gezi, başka yazının konusu.Ölüdeniz:Yamaç paraşütü?-Kaş:Keşif Dalışı? Evet yaptım, ama onları başka zaman anlatçam, gel sen şimdi moddan çıkma.Ne diyoduk, yaz bitti, sonbahar geldi.İşe gitmek için kalktığında hava karanlık artık dimi?Heh, için karardıysa gel aşşa...)

Eylülün gelişine mi rastladı bu yol ayımı nedir? Bir garip oldum.İçimde hiç bir şey yapma arzusu var.(O nasıl oluyorsa)Yapılacakları sıraya koyup koyup, tekrar gözden geçirip, hiçbir şey yapmadan geri oturuyorum mesela.Meren'in günlüğünde okuyordum.Ölüyormuş çocuk susuzluktan.Bol bol su için diye tavsiyeler üzerine tavsiyeler etmiş.Baş ağrısı bile yapar diyor, ki duymuştum da.Ruh haline de iyi gelir diyor.Aldım bir şişe su.Bol bol içiyorum.Kafamı kaldırdım şişeyi dikerken.Üstteki banyonun akan suları tavanı kabartmış.Çok umursamıyorum, nasıl olsa bir dahaki sefere bu odada kalmam diye.Ama şimdiye kadar kaldığım en rahat yataklı otelin, en güzel odası burası.Yatınca şeklini alıyor yatak, mıh gibi kalıyorsun.Her güzelin bir kusuru mu var? diyorum.Yoksa ben kusur bulduğum için mi güzel bu oda?Böyle olduğum için mi geldi bahar?Yoksa bahar geldi diye mi böyle oldu İstanbul?


Sahil olunca, deniz olunca böyle oluyor bir şehir.Her hissi sonuna kadar yaşatmadan bırakmıyor.Adam boşuna atlamıyor köprüden.Dibi yok.Düş düş bitmez!Çoğu düşmeden ölüyormuş zaten...Atlayanlardan birinin paltosu paraşüt gibi yavaşlamasına neden olmuştu.Ölmemişti.Ama canı yanmıştır muhakkak.Kendini  yakıp ölmemek gibi.Antin Penik vardı.Taksim'de, Asala'yı protesto amaçlı kendini yakarak intihar etti ama ölmedi.Çok da yaşamadı bildiğim kadarıyla.Ölmeden önce yapılmış bir röportajı var.O günden bu güne ne ülkemde ne de dünyada değişen hiçbir şey yok.Açlık, terör, savaş, dengesizlikler, adaletsizlikler..."Bu dünyaya 7 milyar insan çok, 5 milyar yeter" diyen pislik zihniyetli insanların ellerinde debelenip duruyoruz maalesef...Hayatın içinde kendimize bir yer ararken, neyin mücadelesini verip vermememiz gerektiği bile bize öğretiliyor.15 sene okula gidip, tecrübesizlerin işe alınmadığı saçma sapan düzenler kuruyoruz.Hiçbir şey bilmeden işe başlayıp, ilk 15 gün hızlandırılmış ve sıkıştırılmış turlarla eğitilip, masa başına oturtuluyoruz.Komşumuzla, sıra arkadaşımızla, meslektaşımızla rekabet eder hale geliyoruz.Halktan çalıp, küresel ağaları besliyoruz.Haydarpaşa'yı yakıp, "bunu yıkmıyorlar mı daha?" diye kendimize soruyoruz.Bir de karşısına geçip resmini çekiyoruz.Ondan sonra fotoğrafa Türkçe bir isim bulamayıp, ona resim denmeeeeez, zinhar çarpılırsın, diye fikirler üretiyoruz.Tartışmalar yaratıyoruz.


Yanan Antin Penik de olsa, Haydarpaşa da olsa, çoğu için değişen bir şey yok.Fotoğrafta Haydarpaşa'nın önünden gezi vapuru geçiyor.Biraz ilgiyi dağıtsa da, baş rolü oynamaya devam ediyor Haydarpaşa...Yerde oturan insanların izlediği ise bağlama çalan genç...Sesini etrafa duyuracak şekilde hoparlör kurmuş.100 metre çaplık alana sesini duyuruyor.Duyan geliyor yani.Önünden gelip geçenlerin izleyicilere bir zararı yok.Anlık görüntü kaybı ama ses sabit...Dinleyiciler için baş rolde bağlamacı genç var.Vuruyor bam teline, en derinden.

Telli turnam selam götür
Sevdiğimin diyarına
Üzülmesin ağlamasın
Belki gelirim yarına cananıma

Bu gencin, her sahil kıyısı mini konserinde olduğu gibi kör olma ihtimali yüksek.Uzaktan izleyenler bunun farkında ama yakından göremiyorlar.Hakkında hayaller kurmak işlerine geliyor.Oysa verecekleri bir kaç bozukluk sayesinde, göz kırparak teşekkür eden gözlerini görme ve meraklarını yenme hakları var.Hayallerinin yıkılmasından mı korkuyorlar?


Hasret kimseye kalmasın
Sevdalılar ayrılmasın
Ben yandım eller yanmasın
Sevdanın aşkın narına canıma

Tam meydanda balık ekmek satan bir tezgah var.Etrafında 15 kişi...Satışlar tavan...Bağlama çalan gencin yakınında da var bir tane ama etrafında kimse yok.Satılmadığına göre mal kötü müdür acaba?Ya balıklar bayatsa?Boş tezgahı görenlerin bakışları bunu anlatıyordu sanki.Ta ki biri cesaret edip alana kadar.Mesela ben...


*Abi ben bunu burada yiyeyim gören gelir.
-Tamam abi, nasıl istersen.
(Karşılıklı gülümseme)

Giderken geri dönen 2 kişi...
-Soğan ister misin abla?
+Yok istemem
Çok kararsız kalıp dönen 3 kişi daha...
+Bizimkiler paket olsun.
2 genç daha...
3 bayan daha...

*Abi bi tane daha yiyim dicem ama millete yetiştiremiceksiniz :)
-(Karşılıklı gülümseme)
*İnanmıyosun di mi?
-Yok abi niye inanmiyim.Her gelen kısmetiyle gelir :)
*(İnanmıyor.Oysa ben inanarak gelmiştim.)

Dönüşte diğer tezgahta hala 15 kişi vardı.

Caddenin karşı tarafında, Marmaris Büfe'de ise Serdar Ortaç çalmaya devam ediyor.Ama ben hiçbir şey anlamıyorum.


Haydarpaşa görünürde, restorasyon sırasında kullanılan elektrik kaynağından çıkan kıvılcım nedeniyle yandı.Bilirkişi, "sabotaj değil, ihmal" demiş.

Antin Penik mi?

O hala yanıyor!

26 Temmuz 2012

Turan Emeksiz

Tahkikat Komisyonu, 7 Nisan 1960'da Demokrat Parti Meclis Grubu'nun bir bildiri yayımlamasından sonra kurulan muhalefet ve basının faaliyetlerinin tahkik edilmesi için kurulmuş bir komisyondur. Komisyon sadece Demokrat Parti'li milletvekillerinden oluşmaktadır.
Bildiride "CHP'nin ülkedeki bütün yıkıcı grupları çevresinde topladığı, halkı, orduyu iktidara karşı ayaklanmaya kışkırttığı" öne sürüldü. Bu bildirinin ardından DP Meclis Grubu TBMM Başkanlığı'na muhalefetin eylemlerinin soruşturulması için bir önerge verdi.
Önerge 27 Nisan 1960 tarihinde Meclis'te büyük bir çoğunlukla kabul edildi. 28 Nisan 1960 tarihinde Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe konuldu. Buna göre bir Tahkikat Komisyon'u oluşturulacak ve bu komisyon üç ay boyunca muhalefetin ve basının eylemlerini soruşturacaktı.



Tahkikat Komisyonu'nun kurulmasına dair kanunun kabul edilmesi üzerine 28 Nisan 1960 sabahı İstanbul Üniversitesi bahçesinde, bir protesto mitingi düzenlenmiştir. Üniversite öğrencilerinin düzenledikleri bu miting sırasında, polislerin okul bahçesine girmeleri üzerine olaylar büyümüş ve Beyazıt Meydanı'na kadar genişlemiştir. Bu sırada polisler tarafından öğrencilere ateş açılmış ve Malatya doğumlu Orman Fakültesi öğrencisi 20 yaşındaki Turan Emeksiz öldürülmüştür. Memleketi Malatya'da ismi bir caddeye ve bir liseye verilmiştir. Malatya'lı İlyas Salman da, Malatya Turan Emeksiz Lisesi'nden mezundur.Ancak daha sonra bu caddenin ismi Milli Egemenlik Caddesi, lisenin adı ise Malatya Lisesi olarak değiştirilmiştir.Kayseri-Tomarza ilçesinde bir ilköğretim okuluna Turan Emeksiz ismi verilmiş daha sonra okulun adı Atatürk İlköğretim Okulu olarak değiştirilmiştir.İstanbul Üniversitesi Beyazıt kampüsünde anıtı bulunmaktadır.İstanbul Üniversitesi öğrenci yemekhanesine ismi verilmiştir. Ayrıca İstanbul'da şehir hatları vapuruna ismi verilmiştir.Bu vapur şu anda Mudanya'da restoran olarak kullanılmaktadır. 



Eşimle iki senedir evlilik yıl dönümümüzü bu gemi restoranda kutluyoruz.Bildiğiniz şehir hatları vapuru...Motorları sökülmüş ve bu şekilde özel sektöre satılmış.Kamaralara bölünerek odalar oluşturulmuş.Otel ve restoran olarak kullanılıyor.Bugün bacasında mazot dumanı yerine, mutfakta pişen yemeğin dumanı tütüyor.



İlk sene gittiğimizde ikimiz de çok etkilenmiştik, fakat bu sene alıştığımızdan mıdır, o kadar etkilenmediğimizi itiraf etmeliyim.



Güzelyalı yat limanında demirlemiş vapurda, balık dışında kırmızı et de tercih edebilirsiniz.Bu ismi alan bir vapurda yemek yemek, eşsiz bir deneyim.Tavsiye ederim.O ya da bu şekilde ismi değişmeden...


28 Mayıs 2012

Mısır:Devrimden Önce...

Maalesef şu günlük işini hakkıyla yapamadığımdan ötürü böyle bi başlık koyma şerefine nail oldum.Artık iyi mi oldu kötü mü oldu bilinmez ama Mısır'a gittik, geldik, devrim oldu ve ben ancak yazmaya fırsat bulabildim.Efendim, herkes yerini aldıysa başlıyorum...
Yine bir bayram, bu kez 2010 kurban bayramı..."Bayramda müslüman ülkeye gidilmez" dediler.Kim demiş, neden demiş, neden gidilmezmişi bir de kendimiz görelim diye arife günü bir kuşluk vakti düştük yola.(Kuşluk vaktinin hastasıyımdır.)Önce İstanbul sonra ver elini Kahire.
Daha önce fuar nedeniyle Kahire'de 8 gün bulunmuş biri olarak Mısır'ın artık beni şaşırtacak bir şeyi kalmamışçasına rahat ve heyecansız bir uçuş geçirdim.Kahire'ye indiğimizde hava alanı önünde yöresel dans eden insanlar vardı.Öyle kalabalıktı ki otobüsümüze ulaşmakta zorluk çektik.Daha önceki geliş ve gidişlerim gece olduğu için bu kadar kalabalık olduğunu görmemiştim, şaşırdım doğrusu.Oysa ki, toplam nüfusu 15 milyon olan Kahire'nin, Nil kıyısı olan şehir merkezinde 7 milyon insan, zengin kesimi oluşturuyor.Geri kalan kısmı çöl kesiminde yaşayan halkın neredeyse tamamı, gün içinde çalışmak için şehir merkezine geri dönüyor.Bu da merkezin neden bu kadar kalabalık olduğunu açıklıyor.
Bu öyle bir kalabalık ki, Mısır'a ilk gelişimde,(dediğim gibi uçak gece inmişti ve şehir çok sakindi) sabah uyandığımda, otelin penceresini açmamla aşağıda akan araba nehri ile karşılaşmam bir oldu.Otel şehir merkezindeydi ve 5 dakika etrafı izlemem bana bu keşmekeş hakkında bilgi sahibi olmama yeterli oldu.Klimanın sesiyle uyandım önce.Daha önce klima çalışan bir odada uyumamıştım.En azından bu kadar gürültülüsüyle.Bu sesi korna sesleri takip etti.Camı açtığımda ise artık klimanın sesini duyamaz hale gelmiştim.Araba sesleri klimayı bastırıyordu.Daha sonra odanın içini kaplayan o keskin ve ne olduğunu bilmediğim koku...Bu koku, bazen mistik, bazen iğrenç gelebiliyor fakat sonunda alışıyorsunuz.Başında yaklaşık 2 metrelik tepsinin üzerinde taşıdığı lavaşları insanların arasından bisiklet kullanarak geçirmeye çalışan bir insan çarpıyor gözüme, kalabalığın içinde.Daha sonra çöp kamyonu yanaşıyor karşı kaldırımın önüne.Fakat çöp konteynerlerinin önüne park etmiş bir araba var.Sorun yok.Çöpçüler iniyor, etraftan bir kaç kişinin yardımıyla arabayı geriye doğru itiyorlar.Bu sahneyi gördükten sonra, ilk gün için bu kadar yeter diyerek camı kapatıp, yatağıma geri döndüğümü hatırlıyorum.
Bu sefer neyse ki gündüz geldik, alışmakta zorlanmayacağım.İlk kez gelenler biraz şaşkın tabi ama zaten buraya gelenlerin görmek istediği de bu keşmekeş, çapraşıklık...Otele varana kadar Türk rehberimiz eşliğinde panaromik şehir turu yapıyoruz.Aslında Mısır'da, yerel rehberlerin dışında her hangi birisinin rehberlik yapma yetkisi yok.Rehberimiz, bunu sık sık tekrar ediyor ve çoğu kez tutuklanma tehditiyle karşılaştığını söylüyor.Çünkü yerel rehberler sadece onlara öğretileni anlatmakla yetkili.Oysa ki Türk rehberimiz bize siyasi ve sosyo-ekonomik boyutlarıyla Mısır'ı tamamiyle anlatabiliyor.Yıllardır sefalet çeken halkı ve gelir dengesizliğini, buna rağmen yönetimdekilerin medyayı kullanarak halkı nasıl uyuttuğunu ve orduyu ele geçirerek nasıl zor kullandığını...Bunları dinlerken ilk durağımız olan Enver Sedat'ın devlet kutlama törenleri sırasında suikast ile öldürülmesi anısına yapılmış anıtı ziyaret ediyoruz.Anıt alanında eski Mısırlılar'ı örnekleyen giysiler giymiş insanlarla karşılaşıyorsunuz.Hatıra fotoğraf çektirirken bayanlara son derece sapkın duygularla yaklaşan ve taciz eden bu arkadaşlara bakarken, bastırılmış duygularını dışa vuran zavallılar diye düşünemeden edemiyor, "merak etmeyin. üç ay sonra devrim olurken sokaklarda birbirinizin ırzına rahatça geçebilirsiniz, zira o gün, ülkenizde gezgin kalmayacak" diye iç geçiriyorum.
Daha ilk durakta böylesine kepazelikle karşılaşıp seni de yeterince gerdiğimin farkındayım sevgili okur ama, inan bu durumda söylenecek çok şey var.Fakat bunların hiçbiri bu temiz insanların suçu olamaz.Onları yıllarca sömürerek köleleştiren, yiyecek bir lokma ekmeğe muhtaç eden, düzensizleştiren, ellerindeki tek zenginliği olan neft yağına göz diken, medeni geçinen ve oysa tek dişli canavarlıklarını 1. Dünya Savaşı'nda tescillediğimiz batılı, bencil hainlerdir tek suçlusu bu durumun.Onlar ki, nerede kendilerinde olmayan bir zenginlik görseler saldırmakta, en ucuz yalanları söylemeye çekinmeyen, fakirden alıp zengine veren sahte krallarıdır dünyamızın.Onlar ki bugün yurdumuzda ve tüm güçsüz topraklarda kukla hükumetler yaratıp, memleketin dört bir yanını "su boşa mı aksın" yalanlarıyla, hidroelektrik, nükleer vb santraller kurma bahaneleriyle kepçe kepçe kazan, talan eden, harmanlayıp savuran canavarlardır.Bugün burada gördüğümüz de bu canavarların artıklarıdır, kültür yozlaşmasıdır, benlik kaybıdır.Hatta benliklerinin kaybolduğundan haberi olmayan bilinçsiz insanlardır.Tarihlerinden, dinlerinden, kültürlerinden uzaklaştırılmış, Mekdanılts, KEFECE, PizzaHat ile beslenirken, kendini medeniyetin beşiğinde gören ama son çırpınışlarını yaşayan bir toplum yaratıldığını şimdi daha iyi anlıyorum.Asıl anladığım şey ise, bugün Arap Baharı diye bize yutturulan şeyi, henüz bizim yaşamadığımız ve bu insanlardan ileride olmak yerine, bu insanların daha gerisinde olduğumuz gerçeğidir.Çünkü henüz bizler yalancı baharımızı yaşamakta ve ilerlediğimizi sanıyorken, Mısır gibi ülkelerin çok eskiden oturduğu kucağa, yeni yeni oturuyoruz.
Her şeye rağmen bu kültürü anlamaya ve bu karmaşayı görmeye gelen bir gezgin olarak görevimize dönüp ne gördük, onu anlatalım sayın okur.Enver Sedat anıtı ziyaretimizden sonra(hala bu çocukların elindeki çakma mızraklarla ve bu çocuklarla ilgili fantezilerim mevcut, unuttu sanmasınlar) otelimize yerleşiyoruz.Nil kenarındaki otelleri ayrı tutarak söylüyorum (Nil aktığı coğrafyaya hayat verdiğinden, çevresi de canlı, lüks ve bir o kadar pahallı) 3 ve 4 yıldızlı oteller beş para etmez.Türkiye'dekilerle kıyaslamamanızı şiddetle ve ısrarla tavsiye ederim.Şehri saran baharatımsı koku, otelin içinde de  mevcut.Koridorlardaki halılar, bir o kadar kirli.Daha önce şehir içinde kaldığım otele kıyasla kötü bir otel, fakat en kötüsü olduğunu düşünmüyorum.Tabi gittiğiniz ekibin otel içindeki eğlenceli etkinlikleri ve gece partileri varsa sıkılmak şöyle dursun, bütün olumsuzları unutuyorsunuz.Yapılan şehir turundan sonra akşam yemeğini, "piramitleri gören" "kalabalık" bir restoranda yiyoruz.
1.Not:Bu yazıda "piramitleri gören" tamlaması çok kullanılacaktır.Zira şehir merkezinde olup da bu dev piramitleri göremiyorsanız, kaybolmuşsunuz demektir.
2.Not:Bu yazıda "kalabalık" kelimesi de çok geçecektir.Zira Kahire'de olup da tenha bir yerdeyseniz, derhal kalabalığa doğru ilerlemenizi tavsiye ederim.Kaybolacaksınız demektir.
3.Not:Bu kelimeleri sık sık duymaktan sıkılırım diyorsanız derhal bu sayfayı kapatıp televizyondaki diziyi izlemeye dönebilirsiniz.Zira Mısır piramitlerinin sırrını başka yazıma saklıyorum, sayın okur.
Yemek sonrası, bu piramitleri aynı kadrajda toplayacak fotoğrafı nereden çekebileceğimizi tartışıyoruz üç kişi, bir otel odasında.Tolga'nın getirdiği google haritasına bakarak yer tespiti yaptığımız yere gitmek üzere saat 05:00'da kalkıyoruz.Kapı önündeki taksiciye yeri tarif edip pazarlığa başlıyoruz.Adamın yeri anlaması 3 dakika, pazarlık ise 20 dakika sürüyor.100 Mısır Pound'undan 20 pounda kadar inip anlaşma sağlanacakken başka taksici gelip, ben sizi götürürüm diyor.Ne olduğunu anlamadan, korsan taksinin içinde buluyoruz kendimizi.Elimizdeki haritaya göre bütün ihtimalleri değerlendirerek, piramitlerin etrafını saran duvarların arkasına geçmeye çalışıyoruz fakat başaramıyoruz.Taksiden inip yürümeye karar veriyoruz.Gün doğuyor, çekmek istediğimiz fotoğrafın saati geçiyor, yine de inatla uygun bir bölge aramaya devam ediyoruz.Sonunda bu büyük çemberi, merkezine doğru delen bir sokak buluyoruz.Uzun bariyerli bir güvenlik kapısı var, güvenlik görevlisi yok.Önümüzden bir bayan giriyor, arkasından biz.Ne kadar tehlikeli olabilir ki?Az sonra önümüzde giden bayan, soldaki fabrika olduğunu tahmin ettiğimiz binaya giriyor.Bu kez yukarıya doğru daralan sokaktan bize doğru, kağıt vs. toplayan bir adam geliyor bisikletiyle.Adamı geçtiğimizde piramitlere çok yaklaştığımızı, önümüzde sadece örgü teller kaldığını ve bu tellerin hemen arkasında sıklıkla dikilmiş direklerdeki güvenlik kameralarıyla izlendiğimizi fark ediyoruz.Direğin birinin dibinde, zorla aralanmış tellerin, kameranın kör noktasına geldiğini fark ettiysem de, diğer iki arkadaşıma durumu fark ettirmeden devam ediyorum.Bir an duraksayıp yine de devam ediyorum.Artık sadece iki kişinin, ortadaki kablo kanalına düşmemek için yanlara basarak yürüyebildiği bir yola girdiğimizde, tel örgünün az ileride bittiğini ve piramitlerle aramızda başka bir engelin kalmadığını düşünüyoruz.Bize doğru gelen güvenlik görevlisi ile polis karışımı insanı saymazsak! Bizi kibarca karşılayıp aşağıdaki çıkış kapısına kadar eşlik edeceğini belirten Mısırlı arkadaşımızın aksine, çıkış kapısındaki görevli onun kadar sakin olamayıp "nereden girmiş bu gezginler, halbuki aşağıdaki kapıya güvelik koymuşlardı kanka, o kadar dedim adama görev yerini terk etme diye" anlamına gelen el hareketleri yaparken aynı zamanda da bir takım sesler çıkartmayı ihmal etmiyor.Sinirli arkadaşımızı geride bıraktığımızda, son iki dakikadır peşimizden ayrılmayıp, "look my friend, if you wanna take good photo, follow me" cinsinden cümlelerle bizi kandırmaya çalışan biri olduğunu fark ediyoruz.Fotoğraf çekmeye aç insanlar olarak, bu adama yaklaşık 100 pound kaptırıp, bizi abuk subuk bir binanın tepesine götürüp, "ahanda! take photo from here" demesine izin veriyoruz.Fazla detaya girmiyorum, kazıklanmış ve piramitleri gördüğümüz açıyı beğenmemiş olarak dönüş yoluna geçiyor ve saat 10:00'da otelin önünde diğer arkadaşlarımız ile güne başlamak üzere buluşuyoruz.Bizim için gün yeterince hareketli başlamış, hatta üzerinden 5 saat geçmişti.Otobüse bindiğimizde ne olup bittiğini merak eden, kahvaltısını zamanında yapmış, güne zımba gibi hazır diğer gözler, bu hikayenin bir hüsranla sonuçlandığını asla bilemeyecekler ve bu sır benimle birlikte mezara kadar gelecek!Sanırım...
Günün geri kalan kısmında, bütün piramitlerin içindekilerin sergilendiği Kahire Müzesi'ni ziyaret ediyoruz.Diğer ören yerlerine giriş gibi, burası da gezginlerden 60 Mısır Pound'u ücret alıyor.Mısır vatandaşı iseniz 2 pound ödeyerek girebiliyorsunuz.Öğrenci kimliği ya da öğrenci kimliği olabilecek görüntüye sahip herhangi bir kart ile girişler ise %50 indirimli.Bu konuda üzerinde fotoğrafınızın bulunduğu Bukart bile işe yarayabiliyor.Müzede fotoğraf çekmek yasak.Böyle bir girişimde bulunursanız, etrafta bolca bulunan polislerden bir tanesi yanınıza yanaşıp, çekmemeniz gerektiğini söyleyebilir, silmenizi isteyebilir.Sorun yaşamak istemiyorsanız kurallara uymanızı tavsiye ederim.Mısır için en çok merak edilen şey olan piramitler bölgesi ziyaretimi de bu paragrafta anlatmak isterim, çünkü Gize piramitler bölgesi Kahire müzesi ile yakından bağlantılı.Zira sergilenen objelerin tümünün, piramitlerin içinden çıkan şeyler olduğunu belirtmiştim.Piramitler bölgesi çok büyük bir bölgedir ve sanıldığının aksine Kahire'de Keops, Kefren ve Mikerinos'dan başka 100'den fazla piramit vardır.Piramit şekli ile yapılan ilk yapıt örnekleri Sakkara'da Mumya filminden bildiğimiz delikanlı çocuk, rahip İmhotep tarafından yapılmıştır.Bu piramit uzun zamandır tadilat halindedir çünkü uzun yıllar boyunca zarar görmüş ve piramit görünümü giderek bir tepe görünümü almıştır.Çevreye dikkatli bakıldığında bunun gibi bir çok tepenin eskiden piramit olduğunu anlamanız uzun sürmeyecektir.Sakkara bölgesinde ve Gize piramitleri bölgesinde de bedevilere çokça rastlarsınız.Çölde yaşayıp, geçimlerini gezinim amaçlı gelen gezginlere at ve deve gezileri yaparak sağlarlar.Bunlarla ilgili rehberler tarafından çokça hikayeler anlatılır, uyarılar yapılır.İlgilenmeyin, fotoğraf çekmeyin, bedava diyerek gezdirmek istese bile zinhar binmeyin.Zaten Mısır'da bir şey için bedava diye tanıtım yapılıyorsa hemen oradan uzaklaşın.Bu uyarıları çok uzatmayacağım, zaten bunları herkesten duyarsınız.Söyleyeceğim şu ki, Sakkara'da gözlerinizi bu çöl tilkilerinden sıyırıp etrafa iyice bakın.Çok yakınlarınızda tepecikler halinde, bakımdan yoksun kalmış ve yıkılmış piramitleri göreceksiniz.Bu çevrede doğal oluşum bir dağ yok.Gördüğünüz şey muhtemelen binlerce yıllık bir piramit.Daha sonra ufka doğru bakın.Eğer hava çok sıcak ve nemli değilse kilometrelerce uzaklıktaki diğer piramit tepelerini görebileceksiniz.Gize bölgesindekileri bu kadar ünlü yapan ise sadece büyüklükleri.Bir çok kaynakta zarar görmeden günümüze kadar gelmiş oldukları yazsa da bunun doğru olmadığı piramitlerin eski fotoğraflarına bakınca anlaşılmaktadır.
-Bu arada biraz resmi oldu yazılar, sıkılan varsa bir ara verelim, isteyen çıkabilir, gelince şurdan devam edersiniz.-
Piramitlerin eski fotoğraflarında dış yüzeyler tamamen sıvanmış gibi dümdüzdür.Her tarafı çöl olan bir ülkede böylesine itinalı hazırlanmış taşları bulmak zordur.Dönemin hükümdarları, saray, şato vs yaptırmak için, piramitlerin en dışındaki büyük blokları söküp kullanmışlardır.Böylece şimdiki görüntüsü olan basamaklı yapısına kavuşmuştur.Yine de piramitlerin üstlerine doğru bu bozulma azalır ve düz bir yüzey görürüz.Piramitlerin yanına yaklaştığınızda hayal ettiğinden de büyük olduklarını kendinize itiraf ediyorsunuz.Ne kadar geri de gitseniz bu üç devasa piramidi kadraja sığdıramıyorsunuz.Her zamanki gibi gezginlere 60 pound olan ören yeri, yerlilere neredeyse bedava ve burasını vatandaşlar mesire yeri haline getirmişler.Gün boyu oturup piknik yapabiliyorlar.Piramitlerin içine girme merakı sizi cezbetse de, en büyüğünün içine girdiğinizde göreceğiniz şey, dar ve dik koridorlardan geçtikten sonra, boş bir oda içinde boş bir lahit.Dediğim gibi, her şey müzede.Daha önce ziyaret ettiğim bu bölge yeterince ilgi çekici olsa da, bu kez gittiğimizde güneş batmak üzereydi ve sanırım amacıma uygun fotoğraflar çekip, tutuklanmadan otele geri dönmeyi başarmıştık.Ziyaret saati 5 gibi bitip en geç 6'da herkesi zorla dışarı çıkartıyorlar ve develi-kaleşnikoflu polisler her seferinde bizim gibi geç gelip çıkmak istemeyen gezginlerle ve hala para kazanmaya çalışan bedevilerle kavga ediyorlar.Bu büyük alanda ne kadar geride kalırsanız kalın, zamanı geldiğinde arkanızdan bir yerden mutlaka bir develi polis çıkıp sizi çıkışa doğru sürüyor.Bu polisi 0,25 TL'ye tekabül eden bir parayla kandırsanız bile arkasından başkaları gelip sizi çıkışa götürebiliyor.Memlükler'in top talimi yaparken burnunu parçalayarak, her Türk'ün "Aa aynı Bülent Ersoy" tepkisine mazhar olan Sfenks'i de görüp alandan çıkıyoruz.Güneşin batma saatine rastladığımız için bu ters ışık fotoğrafları da benim en sevdiklerim arasında.Buradaki ağzımın içine girecek kadar yakın develeri süren kızgın polisler "başlarım gezginine de fotoğrafına da" diye başlayan cümleler kurmaktan geri kalmıyorlar.Ne kadar uğraştıysak da şu heybelerindeki keleşleri çıkarttıramadık ya, yanarım yanarım, ona yanarım sayın okur.
Evet abicim, yemek konusuna gelince, "Ankara'dan sonra sulu yemek bulamazsın.Hep et, hep et" durumu burası için de geçerli.Değişik baharatlarla terbiye ettikleri etler, balıklar yemeye değer.Kendilerine özgü İngilizceleri ile bu şeker insanlarla anlaşmak, zaman zaman zor olabiliyor.İstediğiniz yemek gelmeyebilir, şaşırmayın, çaktırmadan yemeye devam edin.Bizim gibi üç yanı denizlerle kaplı bir yarımada ülkesindeki balık fakirliği burada yok.Tadını çıkarın derim, ekmekle kendinizi tıkamayın.
Ve başka diyar: İskenderiye...Uçağımız dönüşü İskenderiye'den yapacak ve bize bu güzel şehri görme fırsatı verecekti.
İskenderiye, her liman şehri gibi görülmeye değer bir yer.Fotoğraftaki yapıt, Hüsnü Mübarek'in yazlık olarak kullandığı sarayın kapısı.Bunun dışında misafirlerini ağırlamak için de kullanılıyor.Geldiğimizi görünce ne kadar ağırlamak isteseler de uçağın vakti yaklaşıyor ve artık içimizdeki ev hasreti gitgide büyüyordu.Kahire'deki o çapraşıklık, yerini düzene bırakmış, kendini şaşıran satıcılar, pazarlık nedir bilmez halde, bir deniz kabuğu için nuh diyor, peygamber demiyorlar, İskenderiye'de.Oysa ki, ne olduğu bilinmez taştan oyulmuş figürlere vereceğimiz para için 45 dakika pazarlık etmiş ve 170 pounddan 40 pounda indirdiğimizde bile içimizde hala "kazıklandık mı acaba?" sorusuyla vicdan yapan gezginlerdik bir gün önce.Her şeye rağmen burada, piramit bölgesindeki gibi kızgın polislere de rastlayamadık.Şöyle yazıdaki ilk fotoğrafa dönecek olursak, elindekini bize doğru kaldırmış gelen polis, emin olun "hoş geldiniz" demiyor mesela...

19 Mart 2012

Bir Düğünü Şoför Mahallinden Çekmek:Nilay ve Cüneyt

Sanırım uzun gezilerdense, kısa ama insan hayatındaki değişik durumları paylaşmak daha cazip geliyor bana, şu günlükte.Sizi neyin beklediği bir muamma, günün içinden ve buraya yazılmaya değer bir deneyim.Bu yüzden Mısır yazısını hala tamamlamış değilim.Bugünse buraya yazılmaya değer bulduğum olay, bir düğün."Şener düğün fotoğrafçısı olmuş, koş hanım!" diyenler acele etmesin, çünkü sadece düğün şoförü oldum.Bir akrabamızın düğününde şoförlük yapma görevi her nasıl bendenize düşmüşse, bu görevden zevk alınacak bir yan bulmak da yine şahsıma ve bizzat kendime düşmüştü ki, o gün asansörden inmeden çektiğim şu fotoğraf, aynı zamanda düğün davetlisi olan bir şoförün güne nasıl başladığının fotoğrafi belgesidir.
İlk iş olarak önceden yıkanan arabanın süslenmesi görevi için çiçekçiye gittim.Çiçekçi, gelin ve gelinin babası arasında kurduğum üçgen bağlantının sonunda çiçekçinin, "abi araba çok güzel oldu, bi de önünde çeksene beni" isteğinin sonucunu, aşağıda gözlemlemektesiniz.
Daha sonra gelini kuaförden alma görevi vardı ki, Bursa'nın göbeğine bir düğün arabasıyla girmek stresini yüce Rabbim hiç bir kuluna nasip etmesin, amin.Kuaförün tarif ettiği şekli ile salonu bulmaya çalışırken terlemedim desem yalanın kuyruk bağlanmışı olur.Bursalı evli bir erkeğe, "Kağan Güzellik Merkezi" de mesela, bilmemesinin imkanı yoktur. Nalbantoğlu de, Bursaspor Otoparkı de.Bunların birini dese zaten bulacağım da, yok şuradan gir, sağa dön, sola dön..."Abi zarf, zarf" diye peşimde koşan çocuklarla birlikte Heykel'in altını üstüne getirdim vesselam.Bir ara durup, "zarf yok, fotoğraf çeksem olur mu?" dediğim çocuğun şaşkın hali:
Ardından gelin ve damadı bulmanın haklı gururu ve havanın güzel olması sebebi ile, fotoğraf çekiminin yapılacağı Botanik Park'a doğru hareket ettik, nihayet.Vardığımızda ise iki fotoğrafçıdan biri gelmişti.Diğerini beklemeden çekime geçecektik, ama önce arabadan çıkardığı reflektörü "yardım eder misin?" diyerek bana uzattı.Boynumdaki fotoğraf makinesini gördükten sonra biraz daha rahatlayan 1. fotoğrafçı ile aramız, gayet iyiyken, 2. fotoğrafçı geldikten sonra, çok bozuldu.Öyle böyle değil.Bi kıskançlıklar, önüme geçmeler falan.Size noluyo, oğlan bizim kız bizim diyerek çekmeye devam ettim.Reflektörü tuttururken iyiydi...

Şaka bir yana bugüne kadar çektiğim fotoğraflarda yetersiz ışık sebebiyle düşük enstantane değerlerinden ötürü yaşadığım titremeleri, bu reflektör sayesinde hiç yaşamadım ve gayet tatmin edici fotoğraflar çektiğimi düşünüyorum.
Bu fotoğrafı çeken fotoğrafçı muhtemelen, gelinin parmağındaki yüzükten başlayan bir netlikle, damada doğru giden netsizlikte bir fotoğraf çekti.Bense durduğum noktadan bu kadrajı tercih ettim.Reflektörü geline doğru tuttuğum için nasıl net ve keskin olduğuna bakın.
Her gün düğün fotoğrafı çektirmeyen gelin ve damadın, acemiliklerini üzerlerinden atmaları uzun sürmedi ve gayet eğlenceli dakikalar yaşandı.Bir de şu 2. fotoğrafçı olmayaydı diye düşünmeden edemiyorum.İşte aşağıda Cevat Kelle misali donanımlı yerde yatan 2. fotoğrafçı.Önünde duran da gelinin en yakın arkadaşı Tuba.Bir dolgu flaşıyla o da görünür hale gelebilirmiş ama burada önemli olan 2. fotoğrafçıyı yerle bir etmek.
Bir düğün hakkında her zaman şunu savunmuşumdur; davetliler düğüne gelini ve gelinliği görmeye gelirler.Damat arabası değil, gelin arabasıdır.Fotoğraf çekiminde en çok zaman geline ayrılır, gelin başrol, damat figürandır.Ve işte centilmen Cüneyt, Nilay'ın oturacağı yeri hazırlıyor.
Duygusal anlar...Sadece duvağı ve içini konu alan bir kadraj da tercih edilebilirdi.
"Hep gelini çekiyosunuz, ben küstüm" diyen Cüneyt...
Çekilmekten sıkılan Nilay'ın, "biraz da ben çekeyim" fotoğrafı...
"Biraz da ben çekeyim Nilay" diyen Cüneyt'in fotoğrafı...
"Konu net olsaymış iyiymiş" diyen Şener'in fotoğrafı...

Daha sonra gelini anne evine bırakıp, damadın evinden davulcu ve klarnetçi ikilisini almak üzere yola koyulduk."Abi sen bize yolda da çalarsın" diyerek, klarnetçiyi gelin arabasının arka koltuğuna kıvrak bir hamleyle katıp, gelin almaya doğru yola devam ettik.Bu kısımdan bir fotoğraf olmaması tamamen benim hatam, ama güzel bir deneyimdi.
Ara not: Paspasın üzerindeki su birikintisinin sebebini az önce çözdüm.
Kız evine geldiğimizde gelinin beklediği odada şu fotoğrafı çekebilmek, her ne kadar gelinin akrabası olsam da, garip bir deneyim.Burası, bir adetin yerine getirilmeden önceki gizli mabedi gibi...Erkek tarafından kimse giremez, kapıya mesafeli durur.Kapıda kız tarafından eş, dost, akraba bekler.Damat kimi zaman eve bile giremez.Dışarıda heyecanlı bir bekleyiş varken, içeride, az sonra yaşanacak ayrılığın hüzünlü bir duruşu vardır, yüzlere yansımayan.(Gizemli arkadaş Tuba, burada da net çıkmamış.)
Her şey bitip, gelin nihayet arabaya bindiğinde, herkesin içinde tarif edilmesi güç bir his vardır.Ailenizden ayrılırken, düğünün sıkıntılı bir aşaması daha geçmiş gibi hissetmeniz sizi rahatlatır.Başka bir ailenin sorumluluğunun omuzlarınıza binmesi hissi, sıkıntılarınıza bir başkasını ekler ve bu karmaşalar içinde sizi rahatlatacak olan, az sonra gözünüzden dökülecek olan gözyaşları olacaktır.Kimseye belli etmediğinizi sandığınızda, aslında arabadaki herkesin ağladığını ve herkesin belli etmemek için camdan dışarıya doğru döndüğünü fark ettiğiniz andır.Bu durumda eğer gelin sizseniz, herkes sizi teselli etmeye çalışacak ve kısa bir süre sonra, "amaan! aç bi oynak şarkı da neşemizi bulalım şoför(bu hikayede ben oluyorum)" diyen damada, gülen mağrur gözlerle bakarak gözyaşlarınızı sileceksiniz.(Evet annem, dejavu bu oluyor.)
(O sırada, şoför aynadan damadı keserken, bir yandan da koltuğun yanında usulca yatan, üzerinde "acı var mı?" yazan  oduna uzanmaktadır ;) )


Mutlu olun, Nilay ve Cüneyt